Evrim ve yaratılış

19. yüzyılın başlangıcına dek, Avrupa’da, doğanın nasıl var olduğu sorusuna çoğunlukla ortak bir cevap veriliyordu: Canlıların ortaya çıkışı, İlahi kitaplarda yazıldığı şekildeydi. Yani Allah hepsini, tüm evreni bilinçli ve hikmetli bir biçimde yoktan var etmişti. Allah, önce gökleri ve yeri yaratmış, daha sonra da yere canlıları birer birer yerleştirmişti. Ve tüm bu yaratılış, altı gün içinde olup bitmişti. Hıristiyanlar ve Yahudiler tarafından iman edilen bu gerçek, son ilahi kitap olan Kuran’da bildirilmekteydi. Allah’ın evreni altı günde yarattığını belirten ayetlerden biri şöyledir:

“Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, Güneş’e, Ay’a ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O’nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.” (Araf Suresi, 54)


Kısacası, gökleri ve yeri, yani tüm evreni ve yerdeki tüm canlıları var edenin Allah olduğu gerçeği yaratıldıkları, her üç İlahi dinin de ortak inanışıydı. Avrupa, başta da belirttiğimiz gibi, yaygın biçimde Hıristiyanlığı kabul ederek İlahi kaynaklarda bildirilen bu gerçeğe 4. yüzyıldan itibaren iman etti. Bu inancın üzerine kapsamlı bir kozmoloji ve dünya görüşü bina edildi.Ancak öte yanda giderek gelişen bir muhalefet de vardı. Birileri, evrenin ve canlıların yaratılmış olduğunu kabul etmek istemiyorlardı. Ve dahası, buna karşı alternatif bir açıklama getirebilmenin çabası içindeydiler.

Bu yöndeki çabalar, birinci kısımda da incelediğimiz gibi, Georges de Buffon, Erasmus Darwin, Jean Baptiste Lamarck ve benzeri biyologların geliştirdikleri teorilerle ilk somut sonuçlarını verdiler. Bu isimler tarafından ortaya atılan ve canlıların tesadüfler sonucu birbirlerinden türediklerini öne süren teori, sonunda Charles Darwin tarafından ele alındı ve detaylandırıldı. Darwin’in Origin of Species (Türlerin Kökeni) adlı kitabı, evrim teorisinin en büyük kaynağı olarak tarihteki yerini aldı. Darwin’in teorisinin duyulmasıyla birlikte, 19. yüzyıla egemen olan pozitivist ve ateist fikir akımları büyük bir ivme kazandılar. Din aleyhtarı tüm ideologlar, dini kaynaklara karşı büyük bir darbe indirildiği düşüncesindeydiler ve birbiri ardına Darwin’i tebrik ediyorlardı.

O tarihlerden sonra da, evrim teorisi, dine karşı yürütülen her savaşta büyük bir koz olarak kullanıldı. Önce Hıristiyan toplumlarda sonra da İslam dünyasında, dine karşı yürütülen her mücadelenin vazgeçilmez dayanağı oldu.Oysa bu dayanak son derece çürük bir dayanaktı.

Teorinin Hikayesi

Teori, tüm canlıların ilkelden gelişmişe doğru birbirinden evrimleşerek var olduğunu ortaya atıyordu. Buna göre, önce tek hücreli canlılar oluşmuştu. Sonra suda yaşamın ilk örnekleri, ilk balıklar var olmuştu. Sonra günlerden bir gün, bu balıklar yürümek istemiş (!) ve karada yaşamaya başlamışlardı. Nasıl olmuşsa olmuş, solungaçları akciğere, yüzgeçleri de ayaklara dönüşmüştü!… Daha sonra bazı hayvanlar uçmak istemiş ve kanat sahibi olmuşlardı!…

Hikaye böyle devam ediyor ve en son da maymunların insana dönüştükleri gibi çarpıcı bir iddiayla son buluyordu. Yani insanlar, Allah’ın yarattığı Hz. Adem ve eşinden başlayarak çoğalmamış, maymunlardan evrimleşmişlerdi. Kısacası, “yaratılmamış”lardı!..Evrim’i ortaya atan kişilerin (önce Lamarck, sonra Darwin) yaptıkları aslında şuydu:

Mutlaka ve mutlaka canlıların “yaratılmamış”olduklarını ispatlayan bir teori geliştirmeye çalışıyorlardı. Bunun için de düşünüp-taşınmış ve sonunda, birbirine benzeyen canlıların birbirinden evrimleştiği gibi bir iddia atmışlardı ortaya. Ayrıca “hayat şartları”nın hayvanları evrimleşmeye zorladığını da iddia etmişlerdi. Örneğin Lamarck, zürafaların boyunlarının uzun olmasını, ağaçların üstündeki yapraklara uzanmak istemelerinden kaynaklandığını iddia etmişti. Buna göre, nesiller boyunca zürafaların boyunları santim santim uzamıştı.

Bu iddia görünüşte zekice bir iddiaydı, ancak gerçekte bir safsataydı. Çünkü bir süre sonra anlaşılmıştı ki, hayvanlar “hayat şartları” nedeniyle kazandıkları özellikleri bir öteki nesle aktarmıyorlardı. Yani bir zürafa kendisini zorlayarak boynunu bir kaç santim uzatsa bile, doğan yavrusunun boynu yine standart ölçülerde oluyordu.

Ama Lamarck’ın bu teorisinin yanlış olduğunun anlaşılması, evrim teorisinin ateşli taraftarlarının hızını kesmedi. Bu kez Charles Darwin çıktı ortaya. 1859 yılında yazdığı On The Origin of Species by Means of Natural Selection (Doğal Seleksiyon Yoluyla Türlerin Kökeni Üzerine) adlı kitabında, canlıların farklılığını “doğal seleksiyon” teorisi ile açıklamaya kalktı. Doğal seleksiyon, doğal ortama ayak uyduramayan zayıf canlıların yok olması, bu ortama ayak uyduran güçlü canlıların da türlerini devam ettirmesine dayanıyordu. Darwin, Lamarck’ın kazanılmış özelliklerin (zürafanın boynunun sözde uzaması gibi) bir sonraki nesle aktarılması tezine doğal seleksiyonu da ekleyerek, canlı türlerinin kökenini açıklamaya çalışmıştı.

Neo-Darwinizm

Ancak zamanla Darwin’in teorilerinin de tutarlı olmadığı ve canlıların varoluşunu açıklamaktan çok uzak olduğu ortaya çıktı. Lamarck’ın kalıtım ile ilgili teorileri kökten yanlış olduğu DNA’nın keşfedilmesiyle birlikte anlaşılmıştı. Doğal seleksiyon’un ise, yeni bir tür yaratmaya yetmeyeceği görüldü: Bu sistem, bir canlı türü içinde en güçlü olanını seçip yaşatabilirdi, ancak yeni bir tür oluşturamazdı. Örneğin doğal seleksiyon sayesinde, sürüngen türleri içinde en güçlü olanlar kalabilir ve diğerleri yok olabilirdi, ancak asla ve asla sürüngenler sözgelimi kuşlara dönüşemezdi. Ancak evrimciler yine pes etmediler.

Bu kez neo-Darwinizm çıktı ortaya. Bu yeni evrimcilerin tezi, canlıların farklılığının mutasyonlara dayandığı şeklindeydi. Mutasyonların, yani başta radyasyon olmak üzere canlıların DNA’sını bozan değişimlerin, farklı türlerin kökeni olduğunu öne sürdüler. Oysa zamanla bu teori de rağbet görmemeye başladı: Çünkü mutasyonlar ancak mevcut DNA kodunu bozuyordu, yeni DNA kodları üretmiyordu. Bir başka deyişle, mutasyona uğrayan canlının ancak organları köreliyor ya da yer değiştiriyordu. Fakat yeni bir organın oluşması mümkün değildi. Üstelik mutasyonların tamamına yakını zararlıydı. Bu nedenle de mutasyon tezi, evrim iddiasına dayanak oluşturmaktan çok uzak kaldı.

Evrim’in Sözde Delilleri

Evrim teorisinin en büyük çıkmazlarından biri, kendisini destekleyecek hiç bir somut bulgunun olmayışıdır. Yapılan bütün araştırmalara ve harcanan büyük paralara rağmen evrim teorisi’ni destekleyecek bulgular bir türlü ortaya çıkmamaktadır. Oysa, eğer evrim diye bir şey gerçekleşmiş olsaydı, milyonlarca delilin bulunmuş olması gerekirdi.

Evrimcilerin milyonlarcasını bulmuş olmaları gereken bu “delil”ler, “ara geçit formu” denen canlıların fosilleridir. Evrimin iddiasına göre, canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Örneğin insan, bu iddiaya göre, maymunlardan dönüşerek oluşmuştur. Bu dönüşüm bir günde olmadığına, hatta evrimci iddiaya göre yüzbinlerce hatta milyonlarca yıl sürdüğüne göre, yarı insan-yarı maymun milyonlarca canlının yaşamış olması gerekir.

Aynı şey sudan karaya geçiş, ya da karadan havaya geçiş için de geçerlidir: Milyonlarca yarı balık-yarı sürüngen, ya da yarı sürüngen-yarı kuş canlının yaşamış olması gerekir. İşte evrim’deki dönüşümleri gösteren bu “ucube” varlıklara arageçit formu denilir.Ve eğer evrim gerçekleşmişse, bu ara geçit formlarından yüzbinlercesinin fosilleşerek günümüze ulaşmış olması gerekir. İşte evrimin çıkmazı buradadır: Bir yüzyılı aşkın bir süredir hararetle yürütülen “ara geçit formu bulma” çabalarına rağmen, bir türlü istenen fosiller bulunamamaktadır. Evrimcilerin bu konuda yaptıkları bazı “itiraf”lar, oldukça çarpıcıdır. Örneğin ünlü doğabilimci A. H. Clark, şöyle der:

 

“Madem ki biz fosil veya yaşayan büyük gruplar arasında geçiş gösteren en ufak bir delile sahip değiliz o halde, böyle ara tiplerin hiç bir zaman olmadığını kesinlikle kabul etmemiz gerekir.”

Tanınmış bir genetikçi ve evrimci olan Richard B. Goldschimdt ise, “ara geçit formu” diye bir şeyin olmadığını itiraf ettikten sonra, türlerin “birden bire ortaya çıktıklarını” şöyle kabul ediyor:

“Pratikte bütün bilinen familyalar görünen herhangi bir geçiş formu olmaksızın aniden ortaya çıkmaktadır.”


Ara geçit formu olmamasının anlamını evrimciler de kabul etmektedirler: Canlılar “birden bire” ortaya çıkmışlardır. Ve açıktır ki, “birden bire ortaya çıkmak” demek, yaratılmak demektir.Ancak kuşkusuz canlıların “birden bire” ortaya çıkmış, yani yaratılmış oldukları gerçeği, evrimciler tarafından, “ideolojik” nedenlerden dolayı kabul edilemez. Üstte sözlerini aktardığımız birkaç bilim adamı bunu itiraf etse de, genel olarak evrimciler, “ara geçit formu bulunmadığı” gerçeğini kabul etmezler.Bu durumda evrimcilerin yaptıkları tek bir şey vardır.

Milyonlarca yıl önce yaşamış ve soyu tükenmiş olan bazı canlıların fosillerini bulur ve bu fosillerin birer “ara geçit formu” olduğunu öne sürerler. Bu yöntemle üretilmiş olan sözde ara geçit formları da, tüm dünyaya “evrimin büyük delili” olarak gösterilir. Oysa evrimciler tarafından “işte ara geçit formu” diye öne sürülen bir kaç canlının da hiçbiri gerçekte böyle bir özelliğe sahip değildir. Zamanla bu gerçek ortaya çıkmıştır.

Canlı Fosil Coelacanth

Örneğin evrimciler tarafından yaklaşık 70 milyon yıl önce soyu tükenmiş bir canlı olarak tanıtılan ve sudan karaya geçiş formu olarak gösterilen Coelacanth (Rhipitistian Crossopterigian) adlı balık, evrimcilerin büyük şaşkınlığı altında, 1939 yılında Madagaskar açıklarında canlı olarak bulunmuştur. Aynı balık daha sonra açık denizlerde 50’ye yakın kez yakalandı. Ve görüldü ki, balığın “ara geçit formu” olarak tanıtılmasına neden olan organları (iç kulak girintileri, baş tipli omurgası ve yüzme kesesi) hiç de “ara geçit formu” olacak özelliklere sahip değildi.

Kuşların Hayali Atası Archaeopteryx

Evrimciler tarafından “işte büyük delil” olarak sunulan ikinci canlı ise, Archaeopteryx adıyla bilinen 135 milyon yıllık bir kuş fosiliydi. Hayvan, kanat kenarlarındaki pençeye benzer organları, küçük dişleri ve kuyruğundaki omurgası nedeniyle evrimciler tarafından “sürüngenlerden kuşlara geçiş formu” olarak tanıtıldı. Ancak ilerleyen yıllarda, 1984’de Batı Teksas Çölü’nde bulunan 225 milyon yıllık bir kuş fosili tüm bu iddiayı çürüttü. Çünkü Protoavis adı verilen bu hayvan, “kuşların atası” olduğu öne sürülen Archaeopteryx’ten 75 milyon yıl daha yaşlı olmasına rağmen tam bir kuştu. Ayrıca Archaeopteryx’in “ara geçit formu” olarak gösterilmesindeki en büyük neden olan pençeleri de hiç bir şey ifade etmiyordu: Bugün Güney Amerika’da yaşayan Opisthocomus Hoatzin adlı kuşun da pençeleri vardır.

At Serileri Aldatmacası

Evrim’in “üç büyük delil”inden üçüncüsü ise At Serileri’dir. Evrimciler soyu tükenmiş at türlerini, yalnızca işlerine gelenleri kullanarak küçükten büyüğe doğru dizmiş ve günümüzdeki atın bu seri içinde evrimleşerek oluştuğunu iddia etmişlerdir. Oysa bu sıralamada tırnak sayısı, kaburga sayısı gibi birbirini tutmayan ve sırayı bozan etkenler vardır. Bu nedenle At Serileri’nin de gerçek bir delil olma özelliği yoktur. Evrimcilerin bu At Serileri’nde yaptıkları şey, daha pek çok yerde uyguladıkları gibi, birbirine benzeyen ve soyu tükenmiş hayvanları art arda dizip bunların birbirinden evrimleştiğini iddia etmektir.

Oysa bu hayvanların birbirinden evrimleştiklerini gösteren hiç bir delil yoktur; tam tersine evrimleşmediklerini gösteren çok sayıda delil vardır.”İşte delil” diye sundukları tüm fosillerin birbiri ardına çürümesi, Evrimcileri büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştır kuşkusuz. Ancak yine de, “belki bir gün çıkar” umuduyla, delil bulma arayışı sürmektedir.

Fakat evrim propagandasını yürüten güçlerin “belki” bulunacak bu delilleri beklemeye zamanları yoktur (ki ne kadar beklerlerse beklesinler bulamayacaklardır). Biraz öne de belirttiğimiz gibi, evrim siyasi hedeflere hizmet eden bir düşüncedir ve bu nedenle de ne şekilde olursa olsun ispatlanmalı ve toplumlara kabul ettirilmelidir! Bu işi için gerektiğinde kirli yöntemler, yani sahtekarlıklar da devreye sokulmalıdır.Nitekim sokulmuştur. Evrimci çalışmaların tarihi, büyük bilim sahtekarlıkları ile doludur.

Evrimcilerin Düzenledikleri Sahtekarlıklar

Evrimciler milyonlarca yıl sürdüğünü iddia ettikleri evrim’e, delil olabilecek tek fosil bile bulamayınca çareyi delilleri kendileri üretmekte buldular. Uzun araştırmalar sonucu elde edilmiş gibi gösterdikleri bu delilleri televizyon, basın ve ders kitaplarına sokarak milyonlarca kişiyi aldattılar. İşte bu sahtekarlıklardan birkaçı.

1- Piltdown Adamı Sahtekarlığı

1912 yılında, Charles Dawson isimli bir İngiliz araştırmacı, İngiltere’nin güneyindeki Piltdown taş ocağı çukurunda bazı kafatası parçaları ve üzerinde iki diş bulunan bir çene kemiği bulduğunu açıkladı. Kafatası insansı, çene kemiği ise maymunsu özellikteydi ve bu özellikleriyle, insanın evrimi düşüncesine büyük destek olduğu düşünüldü. Fosilin yaşı 500.000 yıl olarak tahmin edilerek, ünlü British Mueum’da tam 40 yıl sergilendi.

Gerçekte ise büyük bir evrim sahtekarlığıyla karşı karşıya olunduğu ancak 1949 ‘da ortaya çıktı. 1949’da aynı müzeden paleontolog Kenneth Oakley çene kemiği ve kafatasına o yıllarda yeni keşfedilmiş bir yaş tayini yöntemi olan “flor testi”ni uyguladı. Sonuç hayret vericiydi. Çene kemiği ancak birkaç sene toprak altında kalmıştı. Kafatası ise en fazla birkaç bin yıllıktı. Bu, fosillerin başka yerlerden çıkarılarak Piltdown’a getirildiğinin ve kesinlikle kafatası ve çenenin aynı varlığa ait olmadığının ispatıydı.Ortada açık bir sahtekarlık vardı. Ancak olay bununla bitmiyordu. C.Dawson’un fosillerin yanında bulduğunu iddia ettiği ilkel araçların çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu da ortaya çıkarıldı. Çene kemiği ise kafatasıyla olan uyumsuzluğunu örtbas etmek için eklem yerlerinden tahrip edilmişti. Çene üzerindeki iki diş ise yıpranmış görüntüsü vermek için eğelenmişti.

Charles Dawson’un yaptığı diğer bir sahtekarlık ise fosillere eski görünümü vermek için üzerlerini özel olarak lekelendirmesiydi. 1953’te Oxford Üniversitesi Anatomi Bölümü’nden Le Gras Clark ve J.S.Weiner, kafatası ve çene kemiği üzerindeki araştırmalarıyla, fosillerin kimyasal bir madde (potasyumdikromat) ile özel olarak lekelendirildiğini ortaya çıkardılar. Bu lekeler, kemikler asitle yıkandığında tamamen kaybolmuştu.

1953’de kemiklerin kimyasal analizle tarihlendirilmesiyle bilimadamları Piltdown Adamı’nın dahiyane bir sahtekarlık olduğunu buldular. Kafatası modern bir insanın, çene kemiği de modern bir orangutanındı.Ancak evrimciler yılmadılar; ne olursa olsun, nasıl olursa olsun kabul ettirilmesi gereken teoriyi, yeni sahtekarlıklarla desteklemeye giriştiler.

2- Java Adamı Sahtekarlığı

Eugène Dubois isimli Hollandalı bir anatomist, 1891 yılında Java’da alınsız bir kafatası, ertesi yıl bu kafatasının 15 metre uzağında 1 adet uyluk kemiği buldu. Kafatası maymunsu, uyluk kemiği ise insansı karakterdeydi.İki ayrı yerde bulunmasına ve aralarında bir bağlantının olduğunu gösterir en ufak bir kanıt olmamasına rağmen kafatası ve uyluk kemiği aynı varlığa aitmiş gibi tanıtıldı. Fosilin, yarı maymun yarı insan bir varlığa ait olduğu ileri sürüldü ve “dik duran maymun adam” manasına gelen Pithecanthropus Erectus adı verildi.

Dr. Dubois sadece maymun ve insan fosillerini birleştirerek bir insan-maymun varlık oluşturmakla kalmamıştı. Dr. Dubois Java Adamı olarak tanıttığı fosilleri bulmadan 2 sene önce 1889’da, aynı devire ait iki modern insan kafatası bulmuştu. Bu kafatasları o devirde yeryüzünde insanların yaşadığını ispat ediyordu. Dolayısıyla Java Adamı’nın insanın atası olma ihtimali kalmıyordu.

Dr. Dubois hayatı boyunca gizlediği bu fosillerin varlığını 1920’de açıkladı. Dahası Java Adamı’nın kafatasının gerçekte büyük bir gibona ait olduğunu da itiraf etti.

3- Nebraska Adamı Sahtekarlığı

1922’de ABD’nin Nebraska Eyaleti’nde bulunan bir dişe dayanılarak bunun maymun ve insan arası bir canlıya ait olduğu iddia edildi. 5 sene boyunca evrimin önemli delilleri arasında gösterildi. Tanınmış dergi ve gazeteler tek bir dişten aldıkları ilhamla hayali çizimler yaptılar. Hatta Illustrated London News’de Nebraska adamı’na bir de eş çizilmişti. Ancak 1927’de fosilin nesli tükenmiş bir domuz türüne ait olduğu anlaşıldı!

4- Orce Adamı Sahtekarlığı

İspanya’da 1990 yılında bulunan bu fosilin Avrupa’da yaşayan en yaşlı insana ait olduğu öne sürüldü ve bulunduğu yerin adı verilerek “Orce Man” (Orce Adamı) denildi. Ancak Fransız uzmanlar yaptıkları karşılaştırmalı çalışmalardan sonra kafatasının gerçekte 6 aylık bir eşeğe ait olduğunu ispatladılar!Bunlar, evrimcilerin ortaya attıkları sahte delillerdir. Ancak tüm bu tecrübeler, bu sahte delillerin pek işe yaramadığını, zaman içinde gerçeğin ortaya çıktığını göstermiştir. Öyle ya, bir insan kafatasına bir yıllık bir orangutan çenesi monte edip bunu “500 bin yıllık fosil” olarak insanlara sunmak, ya da bir domuz dişinden yola çıkarak maymun-insan arageçit formu çizmek oldukça tehlikelidir.

Bu sahtekarlıklar kolayca ortaya çıkıp birer skandala dönüşebilir.Bu nedenle çoğu Evrimci bu tür tehlikeli numaralara girişmektense ufak sahtekarlıkları tercih etmiştir. Yapılan şey gayet basittir: Elde edilen farklı fosiller üzerinde biraz oynayınca, evrimi sözde ispatlayan deliller üretmek mümkün olabilmektedir. Ufak rakam ya da şekil oyunları ile, en azından “zararlı” (yani evrimi yalanlayan) deliller göz önünden uzaklaştırılabilir.

Haeckel isimli bilimadamı da evrim teorisini ispatlamak için sahtekarlık yapmaktan kaçınmayanlardandır. Haeckel’in iddiası, ‘Bireyoluş, soyoluşun tekrarıdır’ cümlesiyle özetlenmektedir. Embriyolojik gelişimin, evrimsel gelişimin bir tekrarını içerdiği şeklinde de tanımlanabilecek bu iddiayı ispatlamak için Haeckel, maymun ve insan embriyolarından üçte birlik bölümü çıkarıp atmakta bir sakınca görmemişti. Haeckel, evrim’i ispatlamak uğruna yaptığı bu tür “ufak” sahtekarlıkları itiraf ederken, diğer meslektaşlarının da aynı yolu izlediğini şöyle açıklıyor:

 

“İtiraf etmeliyim ki benim birçok şeklimden küçük bir bölümü % 6’sı veya % 8’i yalanlanabilir. Doğru olarak kalanlar ise geçişlerdeki büyük farkları, geçiş formlarındaki yoklukları tamamlamaya ve basitten komplekse doğru eksiksiz bir evrim modelini ileri sürmeye yetmez…

Bu yaptığım sahtekarlık itirafından sonra kendimi ayıplanmış ve kınanmış olarak görmem gerekir. Fakat benim avuntum şudur ki; suçlu durumda yanyana bulunduğumuz yüzlerce arkadaş, birçok güvenilir gözlemci ve ünlü biyolog vardır ki, onların çıkardıkları en iyi biyoloji kitaplarında, tezlerinde ve dergilerinde benim derecemde yapılmış sahtekarlıklar, kesin olmayan bilgiler, az çok tahrif edilmiş şematize edilip yeniden düzenlenmiş şekiller bulunuyor.”


Bu itiraftan da açıkça anlaşıldığı gibi, evrim, “bilim aşkı” uğruna üzerinde kafa yorulan bir teori değildir. Tam tersine, ne olursa olsun ispatlanmaya çalışılan bir tür inançtır. Gerektiğinde çeşitli sahtekarlıklar kullanılarak, gerektiğinde sahte deliller üreterek, “birileri” mutlaka ve mutlaka bu çürük teoriyi gerçekmiş gibi insanlara kabul ettirmek istemektedir.

Evrimin Ardındaki Hedef

Evrim teorisinin geçirdiği süreç bize önemli bir şey göstermektedir: Evrim, bilim adamlarının gözlem ya da deney yoluyla buldukları bir gerçek değildir. Tam aksine bilim çevrelerinin büyük bir bölümü evrimin varlığına önce inanmakta, sona da bunu ispatlamak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Ortaya attıkları evrim modelleri bir bir çürük çıkmakta, ancak yine de bu teoriyi savunmaktan vazgeçmemektedirler.

Bu durumun en ilgi çekici örneklerinden birini, Türkiye’deki en ünlü evrimcilerden biri olan Prof. Dr. Ali Demirsoy’un “Kalıtım ve Evrim” adlı kitabında yazdığı ilginç mantıklarda görebiliriz. Demirsoy, evrim’in en büyük çıkmazı olan organik evrim’in en önemli aşamasının, yani bir proteinin “tesadüfen” oluşmasının imkansız olduğunu itiraf etmekte, ancak “doğaüstü güçler”in (Allah’ı kastediyor) varlığını kabul etmektense, bu imkansız mantığı kabul etmenin daha “bilimsel” olduğunu söylemektedir:

 

“Özünde bir Sitokrom-C’nin (canlılığın oluşması için şart olan enzim) dizilimini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belirli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az olasılığa sahiptir, denebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O halde birinci varsayımı irdelemek gerekir.”


Üstteki satırlardan anlaşıldığına göre, bir “bilimsel amaç” vardır: Ve bu amaç, ne olursa olsun, canlıların yaratılmış olduklarını reddetmeyi gerektirmektedir. Canlıların yaratılmış olduklarını kabul etmektense, evrimci bilim adamları, sıfır olasılık taşıyan tesadüfleri kabul etmeyi tercih etmektedirler. Demirsoy, üstteki satırlarının ardından, “bilimsel amaca daha uygun” olduğu için kabul ettiği bu olasılığın ne denli gerçek dışı olduğunu şöyle itiraf eder:

“… Sitokrom-C’nin belirli aminoasit dizilimini sağlamak, bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır (maymunun rastgele tuşlara bastığını kabul ederek).”


Bu satırlarda anlatılan mantık bize şunu gösterir: Evrim bilimsel bir amaç için savunulmamaktadır. “bilimsel amaç” denen şey, gerçekte bilimsel değildir. Çünkü bilim adamı, önceden doğru olduğunu kabul ettiği bir tabuyu savunmak için değil, doğru olanı bulabilmek için yola çıkar. Oysa evrime gelince bunun tam tersi bir durum ortaya çıkmaktadır: Evrim, her ne olursa olsun ispatlanmaya, doğruluğu kabul ettirilmeye çalışılan bir tür inanç haline gelmiştir.

Evrim Masalları

Pek çok kişi evrim’in var olduğuna öyle inandırılmıştır ki, evrimciler ne yazarsa yazsın, “nasıl” ve “neden” gibi bir soru akıllarına gelmez. Bu nedenle de evrimciler yalanlarını, biraz süslü bir ambalajın içine koyduktan sonra, kolayca inanılır kılabilmektedirler.

Örneğin en “bilimsel” evrimci kitaplarda bile, evrimin en büyük çıkmazlarından biri olan “sudan karaya geçiş” aşaması, çocukları bile inandıramayacak bir basitlikte anlatılır. Evrim’e göre, hayat suda başlamıştır ve ilk gelişmiş havyanlar balıklardır. Teoriye göre, nasıl olmuşsa olmuş (!), bir gün bu balıklar kendilerini karaya doğru atmaya başlamışlardır! (Buna neden olarak çoğu kez kuraklık gösterilir.) Ve yine teoriye göre, karada yaşamayı seçen balıklar, nasıl olmuşsa olmuş, yüzgeç yerine ayaklara, solungaç yerine de ciğerlere sahip olmuşlardır! Çoğu evrim kitabı, bu büyük iddianın “nasıl”ına hiç girmez. En “bilimsel” kaynaklarda, “ve sudan karaya geçiş gerçekleşti” gibi anlamsız bir cümle ile bu iddianın garipliği gözlerden saklanır.

Sudan Karaya Geçiş Masalı

Acaba bu “geçiş” nasıl gerçekleşmiştir? Bir balığın sudan çıktığında bir-iki dakikadan fazla yaşayamadığını biliyoruz. Evrimcilerin iddia ettikleri gibi bir kuraklık yaşandığını ve balıkların zaruri olarak karaya yöneldiklerini kabul edersek, bu durumda balıkların başına ne gelmiş olabilir? Cevap açıktır: Sudan çıkan balıkların hepsi bir-iki dakika içinde teker teker ölür. Bu iş isterse on milyon yıl sürsün, cevap yine aynıdır: Balıkların hepsi teker teker ölür. Kimse çıkıp da, “belki de bu balıklardan bazıları dördüncü milyon yılın sonunda, sudan çıkıp tam can çekiştikleri anda birden bire akciğer sahibi olmuşlardır”, diyemez. Çünkü bu, çok açık bir biçimde, mantık dışıdır.Ancak evrimcilerin iddia ettikleri şey tam olarak budur. “Sudan karaya geçiş”, “karadan havaya geçiş” ve daha milyonlarca sözde “sıçrama” bu mantıksız açıklama ile sözde açıklanmaktadır. Göz, kulak gibi son derece karmaşık organların nasıl oluştuğuna ise, evrimciler hiç değinmemeyi kendileri açısından daha yararlı bulmaktadırlar.

Aldatıcı Çizimler

Fakat sokaktaki adamı “bilimsellik” ambalajı ile etkilemek kolaydır: Sudan karaya geçişi temsil eden hayali bir resim çizersiniz, sudaki hayvana, karadaki “torununa” ve aradaki “ara geçit formu”na (ki bu hayali bir hayvandır) Latince isimler uydurup takarsınız. Sonra da ambalajlı yalanı yazarsınız:

“Eusthenopteron, uzun bir Evrim süreci içinde önce Rhipitistian Crossoptergian’a, sonra da Ichthyostega’ya dönüştü”.

Bu “havalı” cümleyi bir de kalın gözlüklü, beyaz önlüklü bir “bilim adamı”na söyletirseniz, artık pek çok insanı peşinen ikna etmiş olursunuz. Çünkü “evrimi insanlar arasında yayma”yı “en büyük Masonik görev” kabul eden medya, ertesi gün dünyanın dört bir yanında bu büyük buluşu büyük bir heyecanla insanlara müjdeleyecektir. Medyanın kendisine gösterdiği dünyadan başka bir dünya tanımayan çoğunluk açısından, bu “büyük delil”, evrime inanmak için yeter de artar bile.

Bir başka ambalajlı yalan, evrimciler tarafından yapılan “rekonstrüksiyon” çizimlerdir. Evrimci yayınlara baktığınızda bu çizimlere bolca rastlarsınız. Çizimlerde yarı insan-yarı maymun yaratıklar, çoğu kez “ailece”, yer alır. Kıllı vücutlara, hafif eğik bir yürüyüşe, maymun-insan karışımı bir yüze sahip olan bu yaratıklar, evrimci “bilim adamları” tarafından sözde bulunan fosillerden yola çıkılarak çizilmişlerdir.

Oysa bu çizimlerin hiç bir anlamı yoktur. Çünkü bulunan fosiller, yalnızca canlının kemik yapısı hakkında bilgi verir. Bu fosillerden yola çıkarak bulunan canlının vücudunun ne derece “kıllı” olduğu hakkında bir fikir yürütülemez. Aynı şekilde, canlının burnu, kulakları, dudakları saçları hakkında da hiç bir bilgi bulunamaz. Oysa evrimciler, çizimlerde en çok burun, dudak ve kulak gibi organları yarı insan-yarı maymun şeklinde göstermektedirler.Bu yolla, normal bir insan kafatasına da maymun burnu, kulağı ve dudağı ekleyip hayali bir ara geçit formu elde edebilirsiniz.

Nitekim evrimciler bu konuda o denli “bol keseden” atmaktadırlar ki, aynı kafatasına birbirinden çok farklı yüzler yakıştırılabilmektedirler. Örneğin Australopithecus Robustus (Zinjanthropus) adlı fosil için çizilen birbirinden tamamen farklı üç ayrı rekonstrüksiyon çizim, bunun ünlü bir örneğidir. Bir domuz dişinden yola çıkılarak “bulunan” ve ailesi ile birlikte yarı insan-yarı maymun bir görünümle çizilen hayali Nebraska Adamı da, evrimcilerin hayal gücünün ne denli gelişmiş olduğunu gösteren bir başka örnektir.Ama bu hayali çizimler, pek çok insan açısından evrime inanmak için oldukça doyurucu bir kanıttır. “Koskoca” bilim adamları, bu tabloları kafalarından uyduracak değildirler ya!…

Oysa sözkonusu bilim adamları, bu tabloları ve diğer tüm sözde evrim delillerini yalnızca uydurmakla kalmamakta, dahası bunu “kutsal” bir görev saymaktadırlar. Çünkü hizmetinde oldukları din-aleyhtarı güç odakları, bu konuya özel bir önem vermektedir.

Evrimcilerin Gizledikleri Gerçekler

Evrimciler en çok kafatasları konusunu gündeme getirirler. Çünkü tarihte çok farklı maymun türleri ve bugünkü ortalama insandan bazı farklılıkları bulunan insan ırkları yaşamışlardır ve bunları birbiri ardına dizerek, bunları birbirinden evrimleşmiş canlılar olarak gösterebilmektedirler. Konuyu fazla bilmeyen bir kişi, bu kafataslarının büyüklüklerine bakarak gerçekten ortada bir evrim süreci olduğunu sanabilir.

Oysa aynı kafatasları iskeletleri açısından incelendiğinde, ortaya çok keskin bir sonuç çıkar. Çünkü evrimciler tarafından Austropopithecus, Homo erectus, Homa habilis gibi isimler verilen canlıların iskeletleri, ya tamamen öne eğik bir iskelettir ve dört ayakla yürümeye göre dizayn edilmiştir, ya da tamamen dik bir iskelettir ve iki ayakla yürümeye göre dizayn edilmiştir. Eğik iskeletler maymunlara, dik iskeletler insanlara aittirler. Ancak evrimciler bunu ustaca gizlemekte ve iskelet konusunu göz ardı ederek bu canlıların kafataslarını birbiri ardına dizmektedirler. Oysa 800 cc.lik kafatası hacmi olan maymunlar bugün de vardırlar ve bazı Afrika yerlilerinin kafatasları hacimleri 900-950 cc.ye kadar inebilmektedir. Yani bu büyüklüklerden yola çıkılarak kesin bir sonuca varılamaz.

Aslında insanın evrimi hikayesine gelinceye dek açıklanması mümkün olmayan milyonlarca evrim aşaması daha vardır. Çünkü evrim, yalnızca “insanın maymundan evrimleştiği”ni değil, tüm canlı hayatın evrim süreci içinde oluştuğunu öne sürmektedir. Buna göre ilk canlı hayat, aminoasitlerin “tesadüfen” oluşmasıyla başlamış, bunu proteinler izlemiş, ardından tek hücreli canlılar ve suda hayat oluşmuş, sudan karaya, karadan havaya geçiş yaşanmış ve bu şekilde tüm canlılar birbirlerinden türemişlerdir.Oysa üstteki cümlede çok çok kısa bir biçimde özetlediğimiz bu süreç, oluşması ihtimal dışı olan milyonlarca tesadüfe dayanmaktadır.

Hayat Tesadüfen Oluşabilir mi?

İhtimallerden bahsetmeden önce “doğa, canlıların en küçük yapı taşı olarak kabul edilen aminoasitleri dahi oluşturamaz mı?” sorusunu cevaplandıralım.

Bu sorunun cevaplandırılması evrimciler için oldukça önemlidir. Çünkü eğer doğa tek bir aminoasit bile üretemiyorsa, ona ‘tüm canlıların yaratıcısı’ ünvanı yakıştırmanın pek inandırıcı olmayacağı ortadadır. Evrimcilerin aminoasitlerin oluşumu için kullandıkları tek delil 1953’te yapılan Miller Deneyi’dir. Ancak deney, dünya atmosferinin hiç bir dönemde sahip olmadığı gazlar kullanılarak yapılması sebebiyle geçersizdir.

Bu konuyu, deneyin sahibi Stanley Miller da 1985 yılında İsveç Kraliyet Akademisi’nde verdiği bir konferansta bizzat itiraf etmiştir.1975’de, ilkel atmoferin içerdiği gazlarla (karbondioksit, azot, hidrojen ve su buharı) deneyi tekrarlayan Ferris ve Chen adlı bilimadamları, ilkel şartlarda aminoasit oluşumunun olanaksız olduğunu ispatlamışlardır.

Görüldüğü gibi, bir tek aminoasit bile doğal şartlarda ‘tesadüfen’ oluşamamaktadır. Diğer bir deyişle, evrim teorisi, tek bir aminoasitin oluşumunu dahi izah edememektedir.

Aminoasitlerin bir şekilde oluştuğu varsayımıyla yola çıkılsa bile, bunlardan bir proteinin tesadüfen oluşması da pratikte imkansızdır. Çünkü proteinler 20 farklı cinsteki 50-3000 adet amino asidin birleşmesinden oluşur. Ancak bu amino asitler, rastgele değil, belirli bir sıraya göre dizilmek zorundadırlar ve tek bir hata proteinin oluşumunu engeller.

61 amino asitten oluşan basit bir proteinin, 5×1079 tane farklı dizilimi olur ve bunların ancak bir tanesi işe yarar. Diğer bir deyişle, 61 amino asitten oluşan basit bir proteinin-ki ortalama bir protein, 400 amino asitten oluşur- “tesadüfen” oluşma ihtimali 5×1079’da 1’dir! Bu, pratikte sıfır demektir; yani böyle bir şey imkansızdır.Evrimci Rus biyolog A. I. Oparin, bu olasılığın “imkansız”lığa eş olduğunu itiraf ederken şöyle diyor:

“Her biri belirli şekilde ve kendisine özgü bir tarzda dizilmiş bulunan ve binlerce karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomu içeren bu maddenin (protein) en basiti bile son derece kompleks bir yapıya sahiptir. Proteinlerin yapısını inceleyenler için, bu maddelerin kendiliklerinden bir araya gelmiş olmaları, Romalı şair Virgil’in ünlü ‘Aeneid’ şiirinin etrafa saçılmış harflerden rastgele meydana gelmiş olması kadar ihtimal dışı gözükmektedir.”


Kısacası, aminoasitleri var kabul edilse de, tek bir proteinin bile “tesadüfen” oluşma ihtimali sıfırdır.Aslında sorun aminoasitlerin veya proteinlerin oluşup oluşamaması da değil, bunların canlılığın temeli olup olamayacağıdır. Çünkü proteinler kompleks canlılığın en küçük temsilcisi olan hücrenin yanında oldukça basit bir yapıdadır.Bilindiği gibi hücre, bir metabolizması olan, yani dışarıdan maddeler alan, bunları işleyip başka maddelere çevirebilen, bu yolla kendisi için gerekli olan enerji ve temel yapıları sağlayan başlıbaşına kompleks bir sistemdir. İçinde olağanüstü bir koordinasyon, binlerce kimyasal tepkime bunun da ötesinde proteinleri sentezleyen bir DNA’sı bulunur. Mitokondri, sentrozomlar, lizozomlar, golgi komleksi, hücre zarı gibi birçok organeli barındıran bu sistem her açıdan proteinlerle karşılaştırılamayacak kadar üstündür. Bu durumda, proteinlerin hücreye dönüşebileceğine inanmak, patlayan bir yanardağdan etrafa saçılan taş parçalarıyla kendiliğinden bir şehir oluşabileceğini söylemek kadar saçma bir yaklaşımdır.

Sıfır Olasılık

Evrimciler, tüm bunların imkansızlığından haberdardırlar kuşkusuz. Ancak kullandıkları mantık şudur: “Madem biz ve etrafımızdaki canlılar bugün vardır, demek ki imkansız gözüken tüm bu şeyler milyonlarca tesadüfün eseri olmuştur. Yoksa var olmazdık”. Örneğin Türkiye’nin evrim konusundaki en önemli bir kaç isminden biri olan Prof Ali Demirsoy, hücrenin oluşumunda aynı anda bir çok enzimin (protein molekülünün) bir arada olması gerektiğini yazdıktan sonra, bunun tesadüfen oluşmuş olmasının sıfır ihtimal olduğunun bilincinde olarak şöyle der:

 

“Burada bilimsel düşünceye oldukça ters gelmekle beraber, daha dogmatik bir açıklama ve spekülasyon yapmamak için tüm solunum enzimlerinin bir defada hücre içinde ve oksijenle temas etmeden önce eksiksiz bulunduğunu ister istemez kabul etmek zorundayız.”


Bu satırlardaki mantık, evrimci bilim adamlarını yazdıkları yazılarda hemen her zaman rastlanan temel bir mantıktır. Bu, şöyle de ifade edilebilir: Hayat, tesadüfen oluşması imkansız olaylar sonucunda oluşmuştur. Ama biz, bir Yaratıcı’nın varlığını -buna “dogmatik inanç” deniyor- kabul edemeyiz. Bu nedenle tüm bunların tesadüfen olduğunu ister istemez kabul etmek zorundayız…

Görüldüğü gibi evrimi savunan bilim adamları, bunu bilimsel bulgulara rağmen yapmaktadırlar. Ortada, bilinçli bir Yaratıcı’nın varlığını gösteren sayısız delil vardır, ama evrimi destekleyen hiç bir delil yoktur. Buna rağmen evrime inanmayı tercih etmektedirler. Yani evrim, tamamen dogmatik bir inançtan başka bir şey değildir.

Yaratılışın Açık Delilleri

Evrimcilerin hiç bir şekilde açıklayamadıkları ve bu nedenle de hasıraltı ettikleri daha binlerce yaratılış mucizesi vardır. Canlıların vücutlarındaki her sistem evrim için bir açmazdır. Solunum, sindirim, dolaşım gibi sistemlerin nasıl var olduklarını açıklamak, evrime göre hiç bir şekilde mümkün değildir çünkü.

Bunun mantığını biraz irdeleyelim. Bilindiği gibi evrimin en temel iddiası, canlılığın tesadüfen oluştuğudur. Ancak karmaşık bir sistemi tesadüfle açıklamak mantığa aykırıdır. Örnek olarak mekanik bir saati düşünelim. Bir saati incelediğimizde onun onlarca küçük parçadan, çarklardan, yaylardan, kadranlardan oluştuğunu görürüz. Bu parçalar birbirine son derece uyumlu bir biçimde yerleştirilmişlerdir. Eğer tek bir parçada bir bozukluk olursa saat de bozulur.

İşte bu denli karmaşık bir sistem, asla ve asla tesadüfen oluşmaz. Yani siz saati oluşturan tüm çarkları, kadranları, yayları ve saatin dış kaplamasını bir torbaya koyup çalkalasanız, ortaya bir saat çıkmaz. Tek bir anlamlı birleşim bile olmaz. Torbayı milyarlarca yıl da sallasanız, yine bir şey değişmez. Parçalar, bilinçli bir biçimde yerleştirilmezse, hep dağınık kalırlar.

İşte canlıların vücutları da bu şekildedir. Dahası kompleks bir canlının vücudundaki tek bir sistem bile bir saatten çok daha karmaşıktır. Tek hücreliler dışındaki tüm canlıların en temel sistemi olan kalp ve dolaşım sistemini ele alalım. Kalp kendi içinde çok kompleks bir yapıdır ve bir mühendislik örneğidir. Dahası kalbin işlev görebilmesi için kanı vücuda taşıyacak bir atardamar sisteminin var olması şarttır. Dağıtılan kanı toplayacak bir toplardamar sistemi de şarttır. Öte yandan karbondioksitle kirlenen bu kanı temizlemek için akciğer ya da solungaçların var olması, bunlarla kalp arasındaki bağlantının kurulması gerekmektedir. Kanı diğer atıklardan temizlemek için böbreklerin var olması da şarttır…

Bu liste uzar gider. Bir canlının yaşamını sürdürmesi için yüzlerce farklı organın tam ve eksiksiz biçimde var olması gerekmektedir. Bunların tekinin bile çalışmaması o canlıyı bir kaç dakikada ya da en fazla bir kaç günde öldürür.Peki bu denli karmaşık bir sistem nasıl var olmuştur? Tesadüf cevabı yine çok saçmadır. Çünkü tesadüfler ortaya bir anda mükemmel bir beden çıkaramazlar. Canlının küçük küçük faydalı tesadüflerin oluşmasını bekleyecek zamanı da yoktur, tek bir organı olmasa hemen ölecektir. Kaldı ki hiç bir tesadüf tek bir böbrek ya da akciğer yapamaz.

Evrimciler bu gerçek karşısında “madem varız, o halde bu imkansız gibi gözüken tesadüfler olmuş demek ki” gibi bir mantık yürütürler. Canlıların kanat, kulak, el gibi harika organlarına ise zaman zaman “evrim mucizesi” demektedirler. Bu terimin mantıksızlığı ise ortadadır.Bir bilgisayarla karşılaşan insan, “bu bilgisayarı oluşturan parçalar, en küçük vidalarına kadar ayrıydı, sonra bir deprem oldu ve parçaların hepsi tesadüfen uygun yere gelip bu bilgisayarı meydana getirdiler” diyen bir kişiye kuşkusuz deli gözüyle bakacaktır. Canlıların “evrim mucizesi” ile oluştuklarını söylemek bundan bile daha akıl dışı b ir iddiadır.

Yaratılış Mucizesi Göz

Yaratılışa tek bir örnek olarak gözü inceleyebiliriz. Göz son derece olağanüstü bir organdır ve “tesadüf” ile açıklanması kesinlikle imkansızdır. Çünkü göz, örneğin insan gözü, 20’nin üstünde ayrı organdan oluşmaktadır: retina tabakası, mercek, dış kaslar, gözyaşı bezleri, beyine giden sinirler gibi, Ve bir gözün çalışabilmesi için, bu farklı parçaların hepsinin aynı anda var ve çalışır olması gerekir.Şimdi böylesine karmaşık bir organ olan gözün “tesadüfen” ortaya çıkmış olup-olamayacağını düşünelim:

Göz oluşumundan önceki canlılar, doğal olarak “gözsüz”, yani göremeyen, görme kavramına sahip olmayan canlılardı. Böyle bir canlı nasıl bir “evrim” sonucu göze kavuşmuş olabilir? Bu canlı, “görmek” diye bir kavramı bile tanımamaktadır ki, kendi kendine bir göz oluşturmayı denesin? (Siz, şu anda altıncı bir duyu tasarlayıp, onu algılayacak bir organ düşünebiliyor musunuz?)

Bu canlının böyle bir “talebi” olsa bile, kendi vücudunda bir göz oluşturamayacağı ortadadır.Gözün oluşumuyla ilgili olarak bir de klasik “tesadüf” açıklamasını düşünelim. Acaba gözü olmayan bir canlıda nasıl olur da “tesadüfen” bir göz oluşabilir? Önce “tesadüfen” kafatasının içinde göze uygun iki boşluk oluşmuş olabilir mi? Sonra yine “tesadüfen” bu boşlukların içinde içi ışığı geçiren bir sıvıyla dolu iki küre oluşmuş olabilir mi? Daha sonra, bu sıvıların ön tarafında yine “tesadüfen” ışığın kırılmasını sağlayan ve ışığı gözün arka duvarında odaklayan iki mercek oluşmuş olabilir mi? Daha sonra yine “tesadüfen”, gözün etrafa bakabilmesi için göz kasları “kendi kendine” oluşmuş olabilir mi? Daha sonra, yine “tesadüfen” gözün arka duvarında, ışığı algılayabilecek retina tabakası oluşmuş olabilir mi? Daha sonra yine “tesadüfen”, gözü beyne bağlayacak sinirler kendi kendilerine, durup dururken var olmuş olabilirler mi? Daha sonra yine “tesadüfen”, gözün kurumamasını sağlayacak gözyaşı bezleri oluşmuş olabilir mi? Daha sonra yine “tesadüfen”, gözü toz ve benzeri yabancı maddelerden koruyacak iki göz kapağı ve kirpik oluşmuş olabilir mi?

Düşünün, bunların hepsi tesadüfen oluşmuş olabilir mi? Hem de saydığımız organların hepsinin aynı canlıda oluşmuş olması gerekir. Evrimcilerin kabul ettikleri kurala göre, vücudun içinde çalışmayan organlar körelirler (Dallo kuralı). Buna göre, eğer gözün herhangi bir parçası “tesadüfen” oluşmuş olsa bile-ki bu bile pratikte imkansızdır-bu parça bir işe yaramadığı için körelirdi.

Çünkü gözün görebilmesi için, bütün parçaların tam olarak var ve çalışır olması gerekir. Gözyaşı bezleri dahi çalışmasa, bir göz beş-on dakika içinde kurur ve işlevini yitirir. Bu şu demektir: Göz, ilk kez hangi canlıda oluştuysa, tam ve eksiksiz olarak bir anda oluşmuş olmalıdır. Bu gözün “yaratılmış” olması demektir. Evet, açıktır ki, gözü, Allah yaratmıştır. Kuran’da gözleri yaratanın Allah olduğu, şöyle bildirilir:

“O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne kadar az şükrediyorsunuz?” (Müminun Suresi, 78)


Gözün yaratılmış olduğu o denli açık bir gerçektir ki, Darwin, “canlıların sahip olduğu gözleri düşünmek, beni bu teoriden soğuttu” demişti. Yerli evrimcilerden Ali Demirsoy da konu hakkında bir “inci” döktürmekte ve gözün oluşumunun-ne demekse-bir “evrim mucizesi” olduğunu söylemektedir. Göz için geçerli olan tüm bu anlatılanlar, kulak, karaciğer, kalp, böbrek ve benzeri tüm organlar, hatta tüm vücut için geçerlidir. İnsan vücudu, hepsi son derece karmaşık binlerce ayrı sistemin uyum içinde çalışması sayesinde ayakta durmaktadır. Böbreksiz, karaciğersiz, damarsız, kemiksiz ya da alyuvarsız bir insan olamaz. Bu organların hepsi aynı anda var ve çalışır durumda olmalıdır.

İnsanın önce “tesadüfen” bir böbreğe, sonra yine “tesadüfen” bir karaciğere sahip olması gibi bir saçmalık düşünülemez. Dolayısıyla, insan vücudu tam bir bütün olarak ortaya çıkmış, yani yaratılmıştır.Aynı gerçek tüm diğer canlılar için de geçerlidir. Hepsi harika vücutlara sahiptirler. Balıklar denizde en iyi yüzmelerini ve soluk almalarını sağlayacak şekilde, kuşlar en iyi uçacak şekilde tasarlanmışlardır.

Tek bir hücre bile bir fabrikadan çok daha karmaşık bir sistemdir.Ve tek bir saat bile, o saati ince ince tasarlayıp yapan bir mühendis olmadan var olmadığına göre, tek bir canlı bile, kendisini ince ince tasarlayıp yapan bir Yaratıcı olmadan var olmaz. Nitekim o Yaratıcı, yani Allah, yarattığı insana Kuran’da şöyle buyurmaktadır:

 

Ey insan, ‘üstün kerem sahibi’ olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir?Ki O, seni yarattı, ‘sana bir düzen içinde biçim verdi’ ve seni bir itidal üzere kıldı.Dilediği bir surette seni tertip etti. (İnfitar Suresi, 6-8)

http://harunyahya.org/tr/Makaleler/8467/Evrim-ve-yaratilis