Prof. Dr. Anjeanette “AJ” Roberts: “Yanlış Evrimi Düzeltmek”

Yaşamın ve Evrenin Kökeni – Uluslararası Konferans 2016

Prof. Dr. Anjeanette “AJ” Roberts’ın Sunumu:
“Yanlış Evrimi Düzeltmek”

Teknik Bilim Araştırma Vakfı’na bizleri Türkiye’ye davet ettiği için ben de teşekkür etmek istiyorum. Türkiye’ye ziyaretimden çok memnun kaldım. Bence Türkiye’nin en büyük zenginliği insanları. Özellikle de son olan olaylar dolayısıyla barışınız ve huzurunuz için sizlere sıklıkla dua ediyoruz.

Muhtemelen bu ifadeyi daha önce duymuşsunuzdur; ‘Evrim konusunda Dünyanın Güneş etrafında döndüğünden daha fazla kanıt var’. Bana bir kere buna inanıp inanmadığım sorulmuştu. Cevabım ‘kelimenin doğru kullanımına göre değişir’ oldu. Yani cevap evrim kelimesiyle neyi kastettiğinize göre değişir. Konuşmam bu konuyla ilgili.

kelebekçiçek

Evrim genelde yanlış kullanılan bir kelimedir. Bu yanlış kullanım, bir kelimenin birden fazla anlamı olmasından kaynaklanabilir. Bu tarz bir kelime, yanlış bir savı daha savunabilir hale getirmek için gerçek anlamın saklandığı bir şekilde kullanılabilmektedir. Kelime yanlış kullanıldığında, kelimenin bir anlamını vurgulamaya çalışırken gerçekte kelime başka bir ifade içinde kullanılır. Evrim kelimesinde de bu olmaktadır. Birisi böyle bir ifadede bulunabilir, peki bu doğru olur mu? Kelimenin kullanımına göre, evrimle neyi kastettiğinize göre değişir. Bu yüzden, önümüzdeki bir kaç dakika boyunca evrim kelimesinin verdiği yanlış anlamı düzelteceğiz. Ve bu bilginin ışığında, söz konusu ifadeyi inceleyeceğiz. Evrim kelimesi genelde farklı bağlamlarda kullanılır. Aslında referans olarak beş farklı kategoride, farklı alt mekanizmalara bağımlı beş ayrı doğada gözlemlenen süreç kullanılır.

İddiaları inceleyeceğimiz bu beş kategori şunlardır: Kimyasal evrim, mikro-evrim, mikrobik evrim, türleşme, ve makro-evrim. Meslektaşım Fazale Rana, kimyasal evrim iddialarını detaylı olarak 30 dakika boyunca sizlere anlattı. Dolayısıyla bu konu üzerinde çok fazla durmayacağım ve sadece kimyasal evrim iddiasının önündeki çıkmazlardan kısaca bahsedeceğim.

Fazale Rana’nın da bahsettiği gibi kimyasal evrim, cansız maddeden canlılığın oluşumu iddiasıdır. Buna bazen abiyogenez de denir. Bu inorganik bileşenlerden, biyogenik moleküllerin sentezlendiği iddiasıdır. Biyogenik moleküller hücrenin yapı taşlarıdır. Kimyasal evrim iddiası hayatın kökeninin açıklanmasında evrimci doğa bilimcilerin öne sürdüğü mekanizmadır. Ancak kimyasal evrim iddiasının önünde birçok çıkmaz vardır. Bunlardan birisi biyogenik moleküllerin birçoğunun sentezlenmesi için gerekli olan kimyasal süreçlerdir. Bu kimyasal süreçler birbirinden farklıdır. Örneğin şeker üretmeye çalışıyorsanız, yağ asidi veya DNA ve RNA’nın kalbi olan nükleik asidi üretmek için ihtiyaç duyacağınız kimya aynı değildir. Sadece kimyaları birbirinden farklı olmakla kalmaz, aynı zamanda bu kimyasal süreçler erken dünya koşullarına uygun değildir.

Üzerinde daha fazla duracağım ikinci çıkmaz RNA ve DNA yapısında bulunan şeker moleküllerinin eş-elli (homo-chilarity) olmalarıdır. Ayrıca proteinlerde bulunan amino asitlerin de eş-elli olmaları evrimciler açısından önemli bir çıkmazdır. Kiralite, bir molekülün yönünü ifade eder ve bazen molekülün “elliliği” olarak da adlandırılır. Sağ elinizi ve sol elinizi gözünüzün önüne getirdiğinizde, birbirlerinin aynadaki yansımaları gibi olduklarını göreceksiniz. İki elinizde de bir avuç içi, bir başparmak ve dört parmak olmasına rağmen, birini diğerinin üzerine birebir örtüşecek şekilde koyamazsınız, çünkü birbirlerinin aynadaki yansıması gibidirler. Bu, kiralite problemi olarak adlandırılır. DNA ve RNA’daki şeker moleküllerinin ve tüm proteinlerdeki amino asitlerin sadece bir yöne dönük olduğu doğrudur. Şekerler sağ elli iken, amino asitler ise sol ellidir. Ama eğer şekerleri ya da amino asitleri laboratuvar ortamında natüralist süreçlerle üretmeye çalışırsanız, sadece sol elli amino asitleri veya sadece sağ elli şekerleri elde edemezsiniz. Bunların karışımı ile karşılaşırsınız. Buna rasemik karışım denir. Ve bu oran şekerlerde %50 sol elli, %50 ise sağ ellidir. Aminoasitlerde de %50 sağ elli, %50 sol ellidir. Bu da, sterik inhibisyon ve zincir terminasyonu nedeniyle RNA ve DNA’nın sentezlenmesini çok zor hale getirir. Fakat hücrenin içinde gerçekleşen biyolojik süreçler ise bunun tam tersidir, bu süreçlerde RNA ve DNA sentezi için yalnız sol elli amino asitler ve sağ elli şekerler üretilir. Bu, hayatın kökenini natüralist yollarla açıklamaya çalışanlar için bir sorundur. Ve bence bu, hücrenin içinde gerçekleşen süreçlerde görev yapan moleküllerin ardında bir Aklın olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla özetlemek gerekirse, tüm canlılarda yalnız sağ elli şekerler ve sol elli amino asitler bulunur. Fakat doğada sadece tek tip molekülü üretecek ya da seçecek veya kararlı bir şekilde devamlılığını sağlayacak kendi kendine oluşan bir mekanizma bilinmemektedir.

Hayatın kökenini natüralist yollarla açıklamaya çalışanların karşılaştıkları üçüncü engel ise bilgi ile ilgilidir. Meslektaşım Fazale Rana, bu konu hakkında size detaylı bilgi verdi. Anlattığı gibi, DNA tüm gen ve gen regülasyonunda kullanılan moleküler bir şablondur ve RNA’nın aracılığıyla hücre içinde üretilen tüm proteinlerin ayrıntılı modeli olarak görev yapar. DNA molekülünde saklanan bilginin çoğu zaman bir Akıllı Tasarımcı’ya işaret ettiği ifade edilir. Birçok insan buna benzer bir bilginin ancak Allah veya farklı bir ifadeyle Akıllı Tasarımcı tarafından oluşturulabileceğini ortaya koyar. Fakat hücre içinde açıklanması güç olan yalnız bilgi değildir. Doktor Rana’nın da bahsettiği gibi sistem seviyesinde de bilgi bulunmaktadır. Hücreler farklı alt sistemlerde, farklı moleküler süreçleri gerçekleştiren farklı proteinlerin yönünü nasıl belirleyebilir? Veya bunları doğru yönde yapılandıran ve birlikte son derece kompleks ve neredeyse bir orkestra gibi uyum içinde çalışmalarını sağlayan bilgi nereden gelir? Sadece DNA’daki bilgiyi değil, bu daha yüksek seviyede bulunan alt-sistem metabolik süreç bilgisini de açıklamak gerekir.

Belki bir örnek konuyu daha iyi anlamaya yardımcı olabilir. Sıfırdan bir araba inşa ettiğinizi düşünün. Bunun için tüm gerekli parçaların elinizde olması gerekir. Plastik, kauçuk, metal malzemeden yapılmış olan parçalar ve benzin de dahil olmak üzere, bunları nasıl üreteceğinize dair bilgiye de sahip olmalısınız. Fakat aynı zamanda sadece bilgi değil, bu parçaların üretimi için gereken mekanizmaların da var olması zorunludur. Bu demektir ki mekanizmalar için ve parçaların üretimi için bilgiye ihtiyacınız var ama yine de bu yeterli değil. Çünkü şu an elinizde sadece arabanın parçaları var. Ama hala arabaya ait bu sistemlerin hareketi üretmesi ve yanma işleminin gerçekleşmesi için birbirleriyle nasıl etkileşim içinde olacağını bilmeniz gerekir. Bu nedenle parçaları doğru şekilde birleştirmek ve sürebileceğiniz bir arabayı elde etmek için sistem seviyesinde bilgiye sahip olmanız şarttır. Ancak bu örnek bile insan hücresinin, canlı hücrenin içindeki kompleks düzeni ifade etmede çok yetersiz kalır. Daha yerinde bir benzetme yapmak istersek, insan vücudundaki hücrelerin kompleks yapısını tarif edebilmeyi, İstanbul gibi son derece karmaşık bir şehirde var olan tüm parçaların kendi içlerindeki hareketlerini, işlevlerini ve mekanizmalarını açıklamaya benzetebiliriz.

Evrimci iddiaların önündeki dördüncü engel üzerinde çok durmayacağım, çünkü hayatın kökeninin erken dönemde gerçekleştiğine dair açıklamak istediğim dört konu var. Ama kısaca söz etmek gerekirse natüralist iddiaların karşısındaki dördüncü engel, dünyada yaşamın çok erken ortaya çıkmış olmasıdır. Hatta hayat, dünyanın uygunluğu meydana gelir gelmez ortaya çıkmış gibi görünmektedir. Üstelik son derece kompleks ve çeşitliliğe sahip şekilde belirmiştir. Bu da, Fazale’nin de konuşmasında değindiği ve şimdiye dek benim de anlattığım gibi, natüralist düşünceye sahip bir çok bilim insanını panspermi teorisini benimsemeye itmiştir. Panspermi hipotezi biyogenik moleküllerin ve hatta yaşamın dünyada değil, evrenin başka bir yerinde ortaya çıktığını iddia eder. Buna göre yaşam, kuyruklu yıldızlar veya göktaşları gibi doğal yollarla veya belki daha ileri türler yoluyla dünyaya taşınmıştır. Ancak panspermi hayatın kökeni için yine natüralist bir cevap sunamamaktadır. Fizik ve kimya yasaları aynı olduğu, dolayısıyla cansız maddeden canlılığın meydana gelmesinin aynı şekilde imkansız olduğu gerçeği karşısında sorunu evrende hayali başka bir bölgeye taşımaktan başka bir şey yapmaz. Sorun sadece farklı bir yere taşınmış olur. Dolayısıyla panspermi aslında hayatın kökeni sorununa bir çözüm değildir. Bu gerçekler karşısında şu sonuca ulaşırız: Dünyada yaşamın ortaya çıkışı konusunda kimyasal evrim iddiaları, bilimsel delillere bakıldığında mantıklı değildir. Sadece gördüklerimizi natüralist bir şekilde açıklamaya çalışmaktan öteye gidemez.

İkinci kategori mikro evrim hakkındaki iddialardır. Mikro evrim, “DNA diziliminde meydana gelen rastgele değişimler veya mutasyonlar” anlamına gelir. Mikro evrim iddialarının mekanizması ve yapısı iki özelliğe sahiptir: Bunlar tesadüfi ve rastlantısaldır, dahası doğal seleksiyonla gerçekleşirler. Bu iki unsur, tesadüfler ve doğal seleksiyon Darwinist ve neo-Darwinist evrim iddialarının temelidir. Mutasyonlar organizmanın maruz kaldığı farklı stres çeşitlerinden, örneğin UV radyasyonu, stres veya sıcaklık gibi etkilerden dolayı verilen hormon tepkileri nedeniyle ortaya çıkar. Bunun sonucunda DNA zarar görebilir, parçalanabilir. Ancak hücrenin içinde, kırılmış DNA sarmallarını tamir eden ve yeniden birleştiren tamir mekanizmaları bulunur. Mutasyonlar DNA’ya verilen hasar yoluyla veya tamir mekanizması sonucu ortaya çıkabilirler. DNA, polimeraz proteini tarafından kopyalanırken nükleik asit diziliminde rastgele mutasyonlar meydana gelebilir. Nükleik asit dizilimini kopyalarken bazen hatalar oluşabilir. Hatalar tamir edilse de, bunların düzeltilmesi %100 kusursuz olmayabilir. Her on milyon baz çiftinde bir hata oluşabilir. Dolayısıyla mutasyonlar hasarlı veya parçalanmış DNA molekülleri, DNA tamiri veya DNA kopyalanması sırasındaki hatalardır.

Esas noktaya gelirsek, evrim, “mutasyonlar tür içinde çeşitlilik meydana getirir ve çeşitlilik olduğunda, doğal süreçler üzerinden seçilim olabilir” iddiasındadır. Bu şu anlama gelir; bir organizmanın belirli bir ortamda hayatta kalmasına ve gelişip yayılmasına müsaade eden bir mutasyon varsa, o organizma, hayatta kalacak, gelişecek ve çoğalacaktır. Ancak diğer yandan, mutasyon zararlıysa, organizma ne hayatta kalacak ne de gelişip yayılacaktır.

Ancak Dr. Rana’nın da belirttiği gibi şu çok açıktır: Doğal seleksiyon herhangi bir amaç gözetmez. Bu konuda kör saatçi örneğini vermişti. Doğal seleksiyon herhangi bir hedef veya nihai bir amaç doğrultusunda hareket etmez. Hangi mutasyonların bir gün farklı bir ortamda ya da daha kompleks bir organizmada işe yarayabileceğini tahmin edemeyen kör bir süreç üzerinden gerçekleşen doğadaki bir seçilimden başkası değildir. Bu Darwinizm ve neo-Darwinist teori açısından önemli bir sorundur, çünkü evrim ve mikro-evrim iddiaları herhangi bir amaca yönelik değildir.

Bence evrimden ve özellikle de hücresel ve moleküler seviyede biyolojik süreçlerden bahsettiklerinde insanların karşılaştıkları en büyük ve en zor problem budur. Bu onları organizmaya kendi tasarımını gerçekleştirme amacını yüklemeye kadar götürür. Onlara göre organizma, bir şekilde o an veya geleceğe ait belirli bir hedefe doğru kendisini şekillendirebilir. Bazıları da, moleküllerin veya DNA’nın hayatta kalma ve çoğalma iradesine sahip olduğunu öne sürerler. Bununla bağlantılı “bencil gen” ifadesini duymuş olabilirsiniz. Bu iddia gerçekte dinleyicileri etkilemek için anlatılan hayali bir hikayedir. En açık anlamı ile ise, tamamen bir saçmalık ve aldatmacadır. Sonuçta bilimsellikten tamamen uzaktır. Hatta, bilimsel mekanizmaların ve süreçlerin işleyişi ile ilgili tüm bildiklerimize de terstir. Hücreler ve organizmalar o kadar zengin bir komplekslik, beceri ve çeşitlilik ile donatılmış ki, buna benzer kompleks yapıları içeren katmanların tarifi için böyle yanlış anlatımlar yapılması düşündürücüdür.

Evrim iddialarının üçüncü kategorisi ise mikrobiyal evrimdir. Mikrobiyal evrim; “Bakteriler, arkeobakteriler, tek hücreli organizmalar, maya mantarı gibi mikroorganizmaların sözde faydalı mikro evrimsel mutasyonlar ve gelişigüzel gen alışverişi yoluyla hızla çoğaldıklarını ve değişen ortama uyum sağladıklarını” iddia eder. Bakteriler ve diğer tek hücreli organizmalar üç farklı mekanizma yoluyla dış ortamdan genetik bilgi edinebilirler. Bunlardan birincisi konjugasyon olarak bilinir. Konjugasyonda, bakteri hücreleri yaklaşıp birbirleriyle temas ettiklerinde diğerlerine genetik bilgi aktarırlar. İkinci tip yatay gen transferine ya da gen bilgisi değişimine transdüksiyon denir. Transdüksiyon, vektör aracılığıyla gerçekleşir. Bakterilere bulaşan virüsler genetik bilgilerini bakterilere aktarabilirler, eğer bu ılımlı bir virüs ise bakteriyi öldürmeden içinde kalır ve bakteri virüsten aldığı yeni genetik bilgiyle çoğalmaya devam eder. Bakteri veya tek hücreli canlıların genetik bilgi alışverişi yapmak i&ccediccedil;in kullandıkları üçüncü yol ise transformasyon olarak bilinir. Bakteriler öldüklerinde ya da çözündüklerinde, ortama genetik materyal salarlar. Bu sırada yakınlardaki bakteriler genetik bilgiyle temas ederler ve parçalanan bakteri hücresinden genetik bilgiyi kendilerine alabilirler ve yeni genetik bilgi edinmiş olurlar.

Bu nedenle ister yatay gen iletimi ile, ister mikro evrim iddialarının öne sürdüğü mutasyonlar yolu ile olsun, genetik materyalin iletimi bir hedefe yönelik değildir, zararlı, faydalı veya etkisiz olabilir. Fakat genetik bilgi bakterinin içine alındıktan sonra hızla bakteri topluluğu içinde ve sonraki nesillerde yayılabilir. Bu tek hücreli bir organizma olması nedeniyledir. Dolayısıyla hücreye alınan genetik bilgi neslin tamamı içinde çoğalır. Bu bilgi paylaşımı yoluyla bakteri hücreleri ve tek hücreli organizmalar değişken ortamlarda yaşamlarını sürdürebilirler. Ortamda paylaşılan bu genetik bilgi sayesinde farklı organizmaların değişen ortamlara adapte olması ve ekolojik koşullara sürekli olarak optimizasyon sağlaması mümkün kılınır.

Bu da bizi dördüncü kategorimiz, türleşmeye getirmektedir. Ancak, evrim kelimesi nasıl yanlış bilgilendirme için kullanılıyorsa, buna benzer bir başkası da tür kelimesidir. Bu kelime farklı şartlarda farklı anlamlarda kullanılabilir. Hatta bu durum özel bir isimle “tür sorunu” olarak da anılır. Tür sorunu, türlerin nasıl belirlendiği ve doğada nasıl bir işleve sahip olduklarına dair farklı yaklaşımlar olmasından kaynaklanmaktadır. Türlerin nasıl işlevlere sahip olduklarını ve kendi içlerinde nasıl tanımladıklarını belirleme çalışması tür kavramı olarak tanımlanır. Şu anda en az yirmi altı farklı, tanınan tür kavramı vardır. Bu gerçekten inanılmazdır! Fakat asıl önemli olan, insanlar tür kelimesini kullanarak konuştuklarında özellikle konu türleşme ile ilgiliyse tam olarak hangi anlamda kullandığına dikkat etmenizdir. Türleşme herhangi bir türün coğrafi izolasyondan ötürü genetik ve fenotipik özellikleri nedeniyle görünüm ve davranış olarak farklı, yalnızca kendi içinde üreyebilen, bağımsız yepyeni bir grup oluşturmasıdır. Bu iddiaya göre, türleşme sırasında, başlangıçta tek bir tür, çeşitli ekolojik ortamlarda ve çevrenin oluşturduğu baskılar söz konusu olduğunda kendi içinde çeşitli gruplara ayrılır.

Gerçekte, kısmi bir izolasyonda, organizmalar çevredeki strese ve baskılara maruz kalırlar ve bunlar organizmayı mikro düzeyde ve genetik sürüklenme seviyesinde etkiler. Burada söz konusu olan eşeyli üreme yeteneğine sahip çok hücreli canlılardır. Bu değişken stres ortamı ve çevresel baskılar bir türün fenotipini (dış görünümünü) ve davranışını etkileyebilen epigenetik (bazı genlerin açılıp kapanması) değişikliklere de sebep olabilir. Bu durumda o zamana dek genlerde saklı duran bir bilgi açığa çıkarken, canlının dış görünümünde değişiklik gözlemlenebilmektedir.

Her bir ekolojik ortam kendi yapısına uygun belirli bir türü şekillendirir ve destekler. Darwin, Galapagos Adalarında farklı ispinozları gözlemlerken türleştiklerini iddia etmiştir. 15 veya 16 farklı ispinoz türü tanımlamıştır ve bunların tamamı gagalarının boyutu, genişliği ve kalınlığına göre farklı özellikler göstermektedir. Ne var ki kısa süre önce yapılan araştırmalar, gaga morfolojisinin veya gaganın şeklinin inişli çıkışlı farklılıklar sergilediğini, fakat bunların yeni bir türe ve önceden var olmayan bir yapıya doğru ilerleme göstermediğini ortaya koymuştur. Bugün anlaşılmıştır ki, nemli ortamlarda ispinozların gagaları ince ve dardı, kuru ortamlarda ise gagalar genişliyor ve kalınlaşıyordu. Bu da bize farklılıkların değişken çevre şartlarına uyum gösteren fenotip esnekliğinden kaynaklandığını göstermektedir. Diğer bir deyişle, bunun tek yönlü bir değişim veya tamamen yeni bir türe doğru bir ilerleme olmadığı açıktır. Bu salınımlı bir değişimdir ve canlının bir taksonomi seviyesinden, bir başkasına doğru dev bir sıçrama yapmasına izin vermez. Darwin’in tüm ispinozları hep ispinoz olarak kalmıştır.

Evrimciler ayrı kıtalarda ya da ortamlarda yaşamak durumunda kalan canlıların farklı birer türe dönüştüklerini öne sürerler. Halbuki farklı bölgelerde ortaya çıkan farklı özelliklerdeki canlılar popülasyon farklılıklarından yani aynı tür içindeki çeşitlenmeden başka bir şey değildir. O bölgede çiftleşmek zorunda kalan canlıların genetik kombinasyonu, o türü belirleyen genetik sınırlar dahilinde kalırken, genlerindeki bazı saklı özellikler ön plana çıkmaktadır. Yoksa yepyeni bir tür oluşumu söz konusu değildir.

Aynı konu, bir ada ortamında farklı coğrafi bölgelerde izole durumda olan salyangozları inceleyen evrimci biyolog Stephen Jay Gould için de geçerlidir. O ve diğer araştırmacılar kendi bulundukları ekolojik ortama en uygun şekilde yaşayan biyolojik çeşitliliğe sahip salyangoz türlerini tarif ediyorlardı. Fakat bunların hepsi yine salyangozdu. Herhangi bir şekilde salyangozlar içinde adaptasyon nedeniyle bir çeşitlilik görülmüyordu. Daha yakın bir zamanda coğrafi, fenotip ve davranışsal olarak farklı özellik gösteren Kızıl ve Doğu Kanada kurtları genetik seviyede incelendi. Bu canlılar ABD ve Kanada’da soyu tükenmekte olan türler olarak koruma altında tutuluyor. Fakat yakın tarihli genom seviyesinde yapılan analizlerde bu ‘farklı’ türlerin gerçekte kır kurtları ve boz kurtların genetik melezleri olduğu ortaya çıkarılmıştır.

Bu yeni veriler bunların evrimciler tarafından “soyu tükenmiş canlılar statüsünde sınıflandırılmasını” ve koruma altında tutulmalarını tehdit etmekte ve evrimin türleşme sorununu belirginleştirmektedir. Seçici çiftleşmenin çok sayıda köpek cinsi ortaya çıkarması gibi, kurt ve kır kurdu gibi canlılar da zaman içinde çeşitli varyasyonlar sonucu çeşitlenmiş olabilir. Popülasyonlar bu nedenle çeşitli coğrafi ve davranış kısıtlamaları ile izole olmak durumunda kalırlar, fakat söz konusu çeşitli “türler” izole değillerdir. Dolayısıyla yakın zamanda gerçekleştirilen bu çalışmalar ekolojik bir ağ içinde türlerin birbirleriyle bağlantılı olduklarını gösterir. Fakat tüm bu örnekler makalelerde ifade edildiği gibi makro evrim iddialarını desteklemez, belirli bir türün farklı bir cinse veya farklı bir taksonomi sınıflandırmasına dönüşmesi söz konusu değildir.

Kuzey Amerika’daki köpekgiller üzerinde yapılan araştırmada görüldüğü gibi türleri kurtlar, kır kurtları veya çakallar gibi farklı şekillerde isimlendirseniz bile bu bir türün başka bir türe dönüştüğü anlamına gelmez. İspinozlar ispinoz olarak, salyangozlar salyangoz olarak kalırlar, bitkiler, sinekler ve yaban arıları birbirlerine uyum içinde yaşarlar fakat her zaman bitki, sinek ve yaban arısı olarak kalmaya devam ederler.

Son olarak insanlık açısından türleşme konusunu ele alacak olursa, biz Hıristiyanlar olarak ilk insan Adem ve Havva’dan geldiğimize inanıyoruz. Tevrat’a göre de Allah’ın onları Kendi suretinde kadın ve erkek olarak yarattığını biliyoruz. Mitokondriyal Havva ve Y kromozomu Ademi için yüz 150 bin yıllık bir geçmiş tespit eden bilimsel tarihlendirme verilerine göre de, günümüzde insan nüfusunda gözlenen ırkların tamamı bu süre zarfında çeşitlenme nedeniyle meydana gelmiştir. Başlıca ırklar ve etnik kökenler arasındaki farklılıkları düşünün. Avustralya’daki bazı ada gruplarında yaşayan insanlar ile, Asya veya Ortadoğu insanlarını ya da Avrupalıları veya Kızılderilileri karşılaştırın veya bir cüceyi, fazlasıyla uzun bir insan ile kıyaslayın. İnsanlığın sahip olduğu çeşitlilik her ne olursa olsun, hepimiz insanız. Hepimiz aynı tür içinde kalan farklı insan ırklarıyız.

Son kategori ise makro-evrim iddialarıyla ilgilidir. Burada çok dikkatli olmanız gerekir çünkü anlam çarpıtmasının en fazla yapıldığı alan budur. Makro evrim iddiaları canlılığın tarihini, canlıların vücut yapılarını ve kompleksliğini doğal seleksiyon baskısı altında canlıların genetik bilgilerinde meydana gelen kontrolsüz değişimlerle hedefsiz ve rastlantısal modifikasyonlar yoluyla meydana gelen bir dizi doğal süreçle açıklamaya çalışır. Makro evrimin hedefine ulaşmak için birçok farklı mekanizma içerdiğini iddia ederler. Bunlardan biri genom duplikasyonu (ikizleşme) olarak bilinen zaten elinizde mevcut olan genlerin sadece fazla kopyalarının olmasıdır, bunun sonucunda kullanabileceğiniz iki kat daha fazla genetik materyaliniz olmuş olur.

Bu süreç yepyeni bir genetik bilgi sağlamaz, sadece aynı bilgiden ibaret olan daha fazla DNA miktarına sahip olursunuz. Günümüzde insan hücrelerinde gerçekleşen genom duplikasyonunun (ikizleşmesinin) çoğunlukla kanserle ilişkili olduğu gözlenmiştir. Bu demektir ki buna benzer genetik artışlar aslında canlı için zararlıdır. Benzer şekilde DNA’nın belirli bölümlerindeki genler translokasyon veya gen kaydırma nedeniyle kromozomda yeni konumlara taşınabilir veya kopyalanabilir. Bu tür mekanizmalar sonucunda DNA üzerindeki, genomdaki bilgi yer değişikliğine uğrayabilir, DNA’nın bazı kısımları kopyalanırken orijinal yeri kaydırılabilir fakat bu yeni bir DNA oluşturmak anlamına gelmez. Günümüzde yapılan gözlemler, bu iki mekanizmanın da insanlarda çeşitli hastalıklarla bağlantılı olduğunu göstermiştir.

Yatay gen transferi her ne kadar virüsle bağlantılı mekanizmalarla meydana gelse de, tek hücreli organizmalardaki örneklerle hiçbir benzerlik göstermez. Yatay gen transferinin insan nüfusunda yerleşik olması için kesinlikle kalıtım hücrelerinde, daha doğrusu kadının yumurtasında veya erkeğin sperminde meydana gelmesi gerekir. Bu çeşitliliği açıklamak için yan işlev veya simbiyogenez gibi mekanizmalar iddia olarak ortaya atılsa da, bunların her biri kendi içinde engelleri aşamazlar.

Günümüzde bu mekanizmalar yoluyla yeni canlıların oluştuğuna rastlanmamıştır, buna ait herhangi bir delil yoktur. Burada yapılmaya çalışılan canlılığın tarihini doğada geniş ölçekli değişikliklerle açıklamak için bazı kompleks simbiyotik ilişki içindeki canlılardan yola çıkarak baştan savma hayali tahminlerde bulunmaktır. Makro evrim iddiaları çerçevesinde çok sayıda mekanizmadan söz edilse de bunlardan hiçbiri akılcı ve mantıksal bir tanım ortaya koyamamıştır.

Gerçek anlamda yeni bir canlı türünün üretilmesi için hiçbir güvenilir mekanizma ya da açıklama bulunmamaktadır. Kambriyen Patlaması olarak tanımlanan, bundan yaklaşık 540 milyon yıl önce canlı filumları ve bunlara ait fosillerin aniden ortaya çıkışı gerçeği ile ilgili hiçbir evrimci açıklama yapılamamıştır. Şimdiye kadar fosil kayıtlarında hiçbir gerçek ara geçiş formuna rastlanmamıştır. Bir canlı türünden, kolundan, sınıfından veya cinsinden diğerine doğru Darwinist iddiaya uygun bir geçiş olduğunu gösteren hiçbir genetik delil yoktur.

Bu durumda elimizdeki deliller ne gösteriyor? Kanıtlar bizim kimyasal evrim ve makro evrim iddialarını reddetmemiz gerektiğini gösteriyor. Her birimiz bilerek ya da bilmeyerek verileri kendi gerçeklik görüşümüze uygun yorumlamak isteriz. İlk açılış konuşmasında değindiğim “moleküler evrim” kelimesi yerine bu nedenle daha uygun olduğunu düşündüğüm “moleküler uyum” ve belki de “moleküler çeşitlilik” gibi ifadeler kullanılabilir. Dolayısıyla sunumun başlangıcında alıntı yaptığım cümleyi, ‘Moleküler seviyede uyumun veya çeşitliliğin gözlendiği ileri derecede kompleks ve inanılmaz derecede çeşitlilik gösteren canlılar ile ilgili Dünyanın Güneş etrafında döndüğünden daha fazla kanıt var’ sözleriyle değiştirmek daha doğru olacaktır.

Bu bakış açısının yaratılışçı görüşü fazlasıyla desteklediğine inanıyorum. Allah uzun zamanlar içinde çeşitli canlı türleri yaratmış ve yarattığı canlılara hayatlarını sürdürebilmeleri için son derece zorlu ve değişken yaşam koşullarında var olabilecekleri bir yetenek vermiştir. Bu nedenle yaratılışçı görüş akla uygun ve mantıksaldır, bilimsel verilerle uyumludur; dahası dünya üzerindeki canlı çeşitliliğini ve kompleks canlıların erken dönemde ortaya çıkışını açıklar. Yaratılış aynı zamanda meslektaşım Dr. Zweerink’in bu öğleden sonra bahsedeceği gibi evrendeki hassas dengenin ve aklın tek açıklamasıdır.

Hz. İsa’nın birinci yüzyılda yaşamış öğrencilerinden birinin açıkladığı gibi, “Tanrı’nın görünmeyen nitelikleri –sonsuz gücü ve Tanrılığı– dünya yaratılalı beri O’nun yaptıklarıyla anlaşılmakta, açıkça görülmektedir. Bu nedenle özürleri yoktur.” (Romalılar, 1:20)

Veya Hz. Davut’un sözleriyle:

“Gökler Tanrı’nın görkemini açıklamakta, gök kubbe ellerinin eserini duyurmakta. Gün güne söz söyler, gece geceye bilgi verir. Ne söz geçer orada, ne de konuşma, sesleri duyulmaz. Ama sesleri yeryüzünü dolaşır, sözleri dünyanın dört bucağına ulaşır.” (Mezmurlar, 19:1-4)

Eskiden ateist olan felsefeci Anthony Flew ölümünden önce Allah’a inanmıştır. Halbuki Flew bundan önce ateizmin en ateşli savunucularından biriydi. Vefatından kısa bir süre önce düşüncelerini şöyle ifade etti:

“Yaşadığımız deneyimler bize ihtiyacımız olan tüm delilleri sunuyor, herhangi bir nedenle ateist olmanın tek nedeni kasıtlı olarak ‘görmeyi’ reddetmektir.”

Bunun tam aksine DNA’nın çift sarmallı yapısını keşfedenlerden biri olan Francis Crick ise natüralist evrimci bakış açısı nedeniyle, “Biyologların sürekli olarak akıllarında tutmaları gereken gördüklerinin bir tasarımın eseri olmadığı, fakat evrimleştiği olmalıdır” diye bir açıklama getirmeye çalışmıştır.

Crick’in bu taraflı yorumu yapmasının tek edeni natüralist paradigmaya ölümüne bağlı olmasıdır, bu nedenle Francis Crick DNA hakkındaki delilleri açık görüşlülükle, tarafsız olarak inceleyememektedir.

Sonuç olarak Hıristiyan inancına uygun ve yaratılışı doğrulayan bir paradigma, bilim açısından Darwinist veya natüralist bir paradigmadan kesinlikle çok daha doğrudur. Çünkü Hıristiyan paradigmasına ve Allah inancını doğrulayan paradigmaya göre doğa kanunları bizim inceleyebileceğimiz bir düzeni tekrar ederler. Dünyanın nasıl var olduğunu bilebilmek için onu gözlemlemek zorundayız. Meslektaşımın açılış konuşmasında belirttiği gibi doğa Allah’ın güvenilir bir ayetidir. Kutsal metinler bizlere Allah’ın varlığının delillerini doğada gösterdiğini açıklar.

Allah, bilinmeyi ister. Kutsal Kitaplar yine bizlere Hz. İsa’nın sözleriyle gerçeğe ulaşılabileceğini öğretir ki bu, tüm samimiyetimizle kalbimizle doğruları ararsak onu bulacağız demektir. Allah varlığının bilinmesini diliyor ve açık fikirli, tevazu içindeki herkese varlığının delillerini gösteriyor. Bu hakikati doğada, Kutsal Kitaplarda ve İsa Mesih’in şahsında görebiliyoruz. Bu nedenle arayanlar, her şeyin bir Yaratıcısı olduğunu görecekler.

Allah’a şükürler olsun!

Hücre Bir Bütün Olarak Var Olmadan Protein Oluşamaz

Darwinistler istedikleri kadar içi formüllerle dolu aldatıcı kitaplar yazsınlar, istedikleri kadar sahte fosil getirsinler, Yaratılışa dair bilimsel delillere istedikleri kadar demagojik saldırılarda bulunsunlar, istedikleri kadar her tarafa hayali çizimlerle doldurdukları kartondan afişler yapıştırıp bunu evrim sergisi diye tanıtıp dursunlar, daha temelden yenilmiş oldukları gerçeğini değiştiremeyeceklerdir. Çünkü Darwinistlerin en büyük kabusu henüz daha canlılığın başlangıcıdır. Darwinistler henüz bir tane proteinin nasıl oluştuğuna dair TEK BİR AÇIKLAMA DAHİ YAPAMAMIŞLARDIR. Bu durum, Dawkins’in, Futuyma’nın, Tim White’ın ve diğer bütün Darwinistlerin içine düştüğü içler acısı durumu ifade eder. Yaptıkları hiçbir demagoji, tek bir protein karşısındaki bu büyük ve görkemli yenilginin önüne geçememektedir. TEK BİR PROTEİN, DARWİNİZM’İ TÜMÜYLE ALTÜST ETMİŞTİR.

Darwinist demagojinin önemli bir özelliği tüm kompleksliğine rağmen, yaşamdaki her şeyi basit göstermeye çalışmak olduğundan, Darwinistler, hayatın başlangıcı konusunu da hep basite indirgeme eğiliminde olmuşlardır. “Çamurlu suda hücre oluştu”, “DNA kendi kendine oluşup çoğalmaya başladı” gibi hikayelerin temelinde yatan sebep de budur. Darwinistler bu yolla insanları daha kolay aldatabileceklerini düşünürler. Fakat kendileri de çok iyi görmüşlerdir ki, olay artık bu aldatma safhasını çoktan geçmiştir. İnsanlar artık, yalnızca tek bir proteinin bile kendi kendine oluşamayacak kadar üstün bir kompleksliğe sahip olduğunu bilmekle kalmamakta, aynı zamanda bir proteinin, bir DNA’nın veya RNA’nın ya da hücrenin küçük büyük herhangi başka bir parçasının HÜCRENİN TAMAMI OLMADAN HİÇBİR İŞE YARAMADIĞINI DA bilmektedirler.

Bu gerçek, Darwinist yenilgi açısından çok önemlidir:

  • ◉ Tek bir proteinin oluşması için DNA gerekir
  • ◉ Protein olmadan DNA oluşamaz
  • ◉ DNA olmadan protein oluşamaz
  • ◉ Protein olmadan protein oluşamaz
  • ◉ Tek bir proteinin oluşması için 60 ayrı protein gerekir
  • ◉ Bu proteinlerin bir tanesi bile eksik olsa protein var olamaz
  • ◉ Ribozom olmadan protein oluşmaz
  • ◉ RNA olmadan da protein oluşmaz
  • ◉ ATP olmadan protein oluşmaz
  • ◉ ATP’yi üretecek mitokondri olmadan da protein oluşmaz.
  • ◉ Hücre çekirdeği olmadan protein oluşmaz
  • ◉ Sitoplazma olmadan da protein oluşmaz
  • ◉ Hücredeki organellerden bir tanesi eksik olsa protein oluşamaz
  • ◉ Hücredeki bütün organellerin var olması ve çalışması için de proteinler gereklidir
  • ◉ Bu organeller olmadan da hiçbir şekilde protein olmaz.

Bu sistem, bir arada çalışmak zorunda olan iç içe bir sistemdir. Biri olmadan diğeri olamaz. Tek bir parçası var olsa bile, sistemin diğer parçaları olmadan bu parça hiçbir işe yaramaz.

Kısacası,

BİR PROTEİNİN VAR OLMASI İÇİN HÜCRENİN TAMAMI GEREKİR. Hücre, bugün incelediğimiz ve çok az bir kısmını anlayabildiğimiz mükemmel kompleks yapısı ile var olmadığı sürece, TEK BİR TANE BİLE PROTEİN MEYDANA GELEMEZ.

Bu protein kendi kendine oluşsa bile (ki, bu imkansızdır), hiçbir işe yaramaz. Tek başına etrafta dolanır ve ölür.

İNSAN HÜCRESİNDEKİ HİÇBİR MOLEKÜL, BAŞKA HİÇBİR YARDIMA İHTİYAÇ DUYMAKSIZIN, KENDİ KENDİNİ KOPYALAYARAK ÇOĞALABİLME YETENEĞİNE SAHİP DEĞİLDİR.

(Darwinist) Richard Lewontin’in belirttiği gibi “Hiçbir canlı molekül (yani biyomolekül) kendi kendine çoğalamaz… Hücreler ancak bir bütün olarak kendi kendine çoğalmak için gerekli makinelere sahip olabilirler… DNA, yardım alarak veya almayarak, yalnızca kendi kendisinin kopyasını çıkaramamakla kalmaz, aynı zamanda başka hiçbir şey ‘üretemez’… Hücrenin içindeki proteinler başka proteinlerden yapılmıştır ve bu protein oluşturan makine olmaksızın hiçbir şey yapılamaz.” 1

 

 

Hücre İçinde 7/24 Protein Temizliği Ve Bakımı Yapan Moleküler Makineler

Tipik bir memeli hücresinde 10 bin ile 20 bin farklı protein çeşidi çalışır. Hücrenin sağlıklı olabilmesi için önce bu proteinlerin sağlıklı olması gerekmektedir. Bu yüzden hücre içindeki kalite kontrol mekanizmalarının varlığı kritik öneme sahiptir.

Son yapılan çalışmalar hücre içinde proteinleri kontrol eden, yine proteinlerden oluşmuş bir kalite kontrol sistemini ortaya çıkardı.

Bir protein binlerce aminoasitten oluşan bir zincir halinde ribozomdan çıkar ancak kendi içine katlanmış 3 boyutlu hali olmadan fonksiyonlarını yerine getiremez. Şaperon adı verilen proteinler bu aminoasit zincirlerini alır ve planlanmış son hallerine getirirler ve çalışır nano-makineler haline dönüştürürler. Ancak moleküler düzeyde hassas bağlantılar gerektiren bu katlanma safhasında hatalar olabilmekte ve bozuk aminoasit yığınları da ortaya çıkabilmektedir.

Bu çöplerin birikmesi ise hücre ve tüm bedenin sağlığını tehdit eder. Alzheimer ve Parkinson hastalıkları, çeşitli kalp hastalıkları, diyabet ve belli kanser tipleri hücre içi sağlıklı protein dengesinin gereği gibi yürütülememesi nedeniyle gelişir. Hatalı proteinler birbirlerine ve diğer moleküllere yapışarak ‘birikmeye’ sebep olurlar ki, sitotoksik etki yani hücre içi zehirlenme durumu gelişmiş olur.2

Hücrenin sağlıklı bir şekilde işlevlerini yerine getirebilmesi için geniş ve etkin bir kalite kontrol ağı her an devrede olmak zorundadır. Bunun için de hatalı proteinlerin toplanıp hücreden hemen uzaklaştırılmaları gerekir. Bu amaçla birbiriyle entegre bir şekilde çalışan şaperon molekülleri ve protein yıkım düzenekleri devamlı görev başındadırlar.

Şaperon adı verilen proteinler katlanmayı sağlarken, tamir ve bakımda da rol alırlar. Diğer proteinleri kalite hatalarına karşı incelerler. Şaperonlar hatalı katlandığını saptadıkları bozuk bir proteine rastladıklarında ise protein-yıkım düzeneğini devreye sokarlar. Bu ubiquitin-proteazom (protein imha) sistemidir.

Protein yıkımı birbirini izleyen basamaklarla sıkı kontrol altında tutulan bir imha sürecidir. Şaperonlara ek olarak Doa10 ligaz enziminin de bozuk proteinleri saptadığı anlaşılmıştır. Doa10 enzimi hatalı bir protein fark ettiğinde o proteini ubiquitin molekülüyle işaretler. Ancak bu imha sinyalini oluşturmak üzere önce Ubc6 enziminin hatalı proteine bir ubiquitin molekülü iliştirmesi gereklidir. Bu ilk adımı takiben, başka bir enzim olan Ubc7 devreye girer ve pek çok ubiquitinden oluşan homojen bir zincir meydana getirir. Zincir tamamlanınca imha süreci de başlamış olur. Görüldüğü gibi imha sinyalinin tetiklenmesi için iki ayrı enzimin varlığı şarttır.3

Bu safhada 33 alt birim ve 2 alt kompleksten oluşan proteazom ubiquitini saptar ve işaretlediği proteinin peptid bağlarını parçalar. Hatalı protein artık aminoasitlerine ayrılmıştır.

Hücre içinde üretilen proteinlerin %30’unun hatalı olduğunu düşündüğümüzde bu çöp öğütme sisteminin ne kadar hayati olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Hatalı üretimi bir kenara bırakın, çalışan tüm proteinler bir süre sonra yıpranmakta ve yerlerini yenileri almaktadır. Bu da ömrünü tamamlayan proteinlerin de aynı şekilde işaretlenip imha edilmeleri demektir.

Vücudumuzdaki Her Detay Muhteşem Bir Yaratılışı İşaret eder

Burada son derece kısa bir özet olarak anlattığımız ve protein dünyasını kontrol eden bu hassas denetim sistemi olmasaydı hücre sağlığından asla bahsedemezdik. Bedenimizi oluşturan 100 trilyon kadar hücrenin içinde bu hayati denge sistemi aynı mükemmellikte çalışmak zorundadır bu ise üstün bir yönetim ve koordinasyonla açıklanabilir.

Şuuru olmayan proteinlerin kendileri gibi moleküller olan diğer proteinleri teftiş etmeleri, yine şuuru olmayan başka moleküllerin bir düzen içinde sırayla hareket etmeleri, imha sisteminin yalnızca gerektiği zaman gerektiği yerde devreye sokulması ne tesadüflerle ne de başıboş başka bir mantıkla izah edilebilir.

Bu akılcı basamaklardan birinin eksikliğinin hücre ölümü ile sonuçlanacağı çok açıktır yani sistemde aksaklık olmaması ve hepsinin aynı anda bir uyumla çalışması gerekmektedir. Bu ise bizi hayatı ve canlılığı var edenin her şeyin bilgisine sahip ‘tek’ bir güç olduğu gerçeğine götürür. Bu hayranlık uyandırıcı, heyecan verici gücün sahibi ise her şeyi bilen, her yere hakim olan, gökten yere her işi düzenleyip yaratan Allah’tır.

 

 

Neo-Darwinizm Çırpınışı ve Mutasyon Çıkmazı

İlerleyen sayfalarda da örnekleriyle görüleceği üzere rastgele mutasyonlar insanlara ve diğer tüm canlılara her zaman zarar verirler. Evrimciler yıllardır sinekler üzerinde mutasyon denemeleri yaparak, faydalı mutasyon örneği oluşturmaya çalışmışlardır. Ancak bu çabalarının sonucu sadece sakat ve hastalıklı sinekler olmuştur. Bu ise Darwinist iddialar için oldukça büyük bir sorundur.

Darwinistler bu duruma kendilerince bir çözüm bulabilmek için 1930’ların sonlarında, “Modern Sentetik Teori”yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm’i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına “faydalı değişiklik sebebi” olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi. Bugün de hala bilimsel olarak geçersiz olduğunu bilmelerine rağmen, Darwinistlerin savunduğu model neo-Darwinizm’dir.

Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünüuuml;n, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının “mutasyonlara”, yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler.

Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi bir tesadüfi etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:

Mutasyonlar küçük, rastgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rastgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. (B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988)

Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin “evrim mekanizması” olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de kanserdir. ) Elbette tahrip edici bir mekanizma “evrim mekanizması” olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin’in de kabul ettiği gibi, “tek başına hiçbir şey yapamaz”. Bu gerçek bizlere doğada hiçbir “evrim mekanizması” olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmamıştır.

 

Canlılar üzerinde gözlemlenen tüm mutasyonlar zararlıdır. Çünkü canlı DNA’sı çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki organizmaya sadece zarar verecektir.
Mutasyonların sebep olacağı değişiklikler ancak ölüler, sakatlar ve hastalardır. (Yanda) Mutasyona uğramış sakat canlılara ait bazı örnekler görülmektedir.
A. DNA Hasarı
2. Mutasyonların zararlı etkileri sonucunda sakat kalmış canlılar

 

Türleşme Aldatmacası

Evrimciler milyarlarca yıl önce cansız maddelerden ilk tek hücreli organizmanın meydana geldiğini, bundan da zamanla milyonlarca canlı türünün yani yeryüzündeki muazzam canlı çeşitliliğinin ortaya çıktığını öne sürerler. Dikkat edin, Darwinist iddiaya göre, doğal süreçlerin ve tesadüflerin etkisiyle tek bir türden milyonlarca tür oluşmuştur. Akıl ve bilim dışı bu iddiadan anlaşıldığı gibi, tür oluşumu yani türleşme kavramı evrim teorisinin temelini oluşturur. Burada dikkat çekici bir nokta vardır: Açıktır ki sağlam delillere, gözlemlere ve bilimsel araştırmalara dayanmayan bir iddianın hiçbir değeri yoktur. Darwinizm’in bir türün milyonlarca türe dönüşmesi iddiası da çok büyük bir iddiadır ve sayısız bilimsel delil ve bulguya muhtaçtır. Gerçekte ise evrimcilerin türleşme iddiasının bilimsel anlamda tek bir delili bile yoktur. Darwin’den bu yana tüm evrimcilerin yaptığı, bir kavram kargaşası meydana getirmek ve varyasyonları türleşmeye delil olarak kullanmaktır.

Öncelikle tür kavramını ele alalım. Bu kavramı incelemek, evrimci aldatmacayı daha iyi anlamaya yardımcı olacaktır. Biyolojinin farklı alanlarından çeşitli uzmanların öne sürdükleri pek çok tür tanımı vardır. Indiana Üniversitesi’nden Troy Wood ve Loren Rieseberg’in deyişiyle, evrimci biyologlarca sayılamayacak kadar çok tür tarifi önerilmiştir.4

Biyolog John Endler ise, bu durumun yol açtığı karışıklığı şöyle anlatır:

“Türler, organik çeşitliliği tanımlamak için oluşturulmuş araçlardır. Değişik amaçlar için yapılmış çeşitli keskiler olduğu gibi, farklı amaçlara en uygun farklı tür kavramları vardır… Değişik organizma grupları üzerinde çalışan farklı insanların “tür” ile farklı şeyleri ifade etmek istemeleri yüzünden sık sık karışıklık ve anlaşmazlık meydana gelmektedir.”5

Darwinizm’in Türkiye’deki önde gelen sözcülerinden Ali Demirsoy da, söz konusu gerçek hakkında şunları dile getirir:

“Hayvanların ve bitkilerin sınıflandırılmasında temel birim olarak alınan türün, diğer türlerle ayrılımı hangi sınırlarda olmalıdır sorusu, yani ‘Tür Tanımı’, biyolojinin en zor yanıtlanabilen sorularından biridir. Hayvan ve bitki gruplarının tümü için geçerli olabilecek bir tür tanımı vermek, bugünkü bilgilerimizle olanaksız görülmektedir.”6

Tür dendiğinde insanların aklına çoğu zaman köpek, at, örümcek, yunus, buğday, elma gibi “canlı tipleri” gelir. Evrim teorisinin “türlerin kökeni” iddiası ise, insanlara bu canlı tiplerinin kökenini çağrıştırır. Oysa biyologlar tür kavramını biraz daha farklı tanımlarlar. Çağdaş biyolojiye göre en genel anlamıyla bir canlı türü, kendi içinde çiftleşen ve çoğalabilen bireylerden oluşan bir popülasyondur. Bu tanım, günlük hayatta sanki tek bir tür gibi söz ettiğimiz canlı tiplerini çok daha fazla türlere ayırır. Örneğin örümceklerin yaklaşık 34 bin türü tanımlanmıştır.7

Evrimin türleşme aldatmacasını anlamak içinse, önce “coğrafi izolasyon”u belirtmek gerekir: Bir canlı türü içinde, genetik varyasyondan kaynaklanan farklılıklar vardır. Eğer bu türe ait canlıların arasına dağ, nehir gibi coğrafi bir engel girerse, yani birbirlerinden “izole” olurlarsa, o zaman birbirinden kopmuş olan bu iki grubun içinde büyük olasılıkla farklı varyasyonlar ağır basmaya başlar.8 Diyelim ki, bir grupta, daha koyu renkli ve uzun tüylü olan A varyasyonu ağırlık kazanır, diğerinde ise daha kısa tüylü ve açık renkli olan B varyasyonu baskın çıkar. Bu popülasyonlar ne kadar ayrı kalırlarsa, A ve B karakterleri de o kadar keskinleşir.9 Aynı türe ait olmalarına rağmen, aralarında belirgin morfolojik farklar bulunan bu gibi varyasyonlara “alt tür” adı verilir.

Türleşme iddiası buradan sonra devreye girer. Bazen, coğrafi izolasyon yoluyla birbirlerinden kopmuş olan A ve B varyasyonları, bir şekilde yeniden biraraya getirildiklerinde, birbirleri ile çiftleşmezler. Çiftleşmedikleri için de, modern biyolojinin “tür” tanımlamasına göre, “alt tür” olmaktan çıkıp, “ayrı türler” haline gelmiş olurlar. Buna “türleşme” (speciation) adı verilir.

Evrimciler ise, bu kavramı alıp hemen şu çıkarımı yaparlar: “Bakın doğada türleşme var, yani yeni canlı türleri doğal mekanizmalarla oluşuyor, demek ki tüm türler bu şekilde oluşmuş”. Oysa bu çıkarımda çok büyük bir aldatmaca gizlidir.

Şimdi söz konusu aldatmacanın iki önemli noktasına dikkat çekelim:

1) Birbirlerinden izole olan A ve B varyasyonları, bir araya geldiklerinde çiftleşmiyor olabilirler. Ama bu olgu çoğu zaman “çiftleşme davranışı”ndan kaynaklanır. Yani A ve B varyasyonuna ait bireyler, diğer varyasyon kendilerine yabancı göründüğü için, onu “kendilerine yakın bulmadıkları” için çiftleşmezler. Ancak çiftleşmelerini engelleyecek bir genetik uyumsuzluk yoktur. Dolayısıyla aslında genetik bilgi açısından hala aynı türe aittirler. (Nitekim bu nedenle “tür” kavramı biyolojide tartışma konusu olmaya devam etmektedir.)

2) Asıl önemli nokta ise, söz konusu “türleşme”nin, bir genetik bilgi artışı değil, aksine genetik bilgi kaybı anlamına gelmesidir. Ayrışmanın nedeni, varyasyonlardan birinin veya her ikisinin yeni bir genetik bilgi edinmiş olmaları değildir. Böyle bir genetik bilgi eklenmesi yoktur. Örneğin iki varyasyondan herhangi biri yeni bir proteine, yeni bir enzime, yeni organa kavuşmuş değildir. Ortada bir “gelişme” yoktur. Aksine, daha önceden farklı genetik bilgileri aynı anda barındıran popülasyon (örneğimize göre, hem uzun hem de kısa tüy özelliğini, hem koyu hem de açık renk özelliğini barındıran popülasyon) yerine, şimdi genetik bilgi yönünden daha fakirleşmiş iki ayrı popülasyon vardır.

Dolayısıyla söz konusu “türleşme”nin evrim teorisini destekler hiçbir yönü yoktur. Çünkü evrim teorisi, canlı türlerinin hepsinin basitten komplekse doğru rastlantılar yoluyla türediği iddiasındadır. Dolayısıyla bu teorinin dikkate alınabilmesi için, ortaya “genetik bilgiyi artırıcı mekanizmalar” koyabilmesi gerekir. Gözü, kulağı, kalbi, akciğeri, kanatları, ayakları veya diğer organ ve sistemleri olmayan canlıların, nasıl bunları kazandıklarını, bu organ ve sistemleri tanımlayan genetik bilginin nereden geldiğini açıklayabilmesi gerekir. Zaten var olan bir canlı türünün genetik bilgi kaybına uğrayarak ikiye bölünmesi, kuşkusuz bununla hiçbir ilgisi olmayan bir olgudur.

Bu ilgisizlik aslında evrimciler tarafından da kabul edilir. Bu nedenle evrimciler, bir türün kendi içindeki varyasyonlarını ve “ikiye bölünerek türleşme” örneklerini kendilerince “mikro evrim” olarak tanımlarlar. “Mikro evrim”, bir türün içinde zaten var olan çeşitlenmeler anlamında kullanılmaktadır. Ancak bu tanımda “evrim” ifadesinin geçirilmesi bütünüyle maksatlı olarak yapılmış bir aldatmacadır. Çünkü ortada evrim diye bir süreç yoktur.

Durum, o türün gen havuzunda var olan genetik bilginin farklı bireylerdeki dağılımından, ortaya değişik kombinasyonlar çıkmasından ibarettir.

Oysa cevaplanması istenen sorular şunlardır: Canlı tipleri ilk başta nasıl oluşmuştur? Monera, protista, mantarlar, bitkiler ve hayvanlar alemleri yeryüzünde nasıl ortaya çıkmıştır? Türlerin daha üst kategorileri olan filumlar, sınıflar, takımlar, aileler (örneğin memeliler, kuşlar, omurgalılar, yumuşakçalar gibi temel kategoriler) ilk başta nasıl meydana gelmiştir? Evrimcilerin asıl açıklamaları gereken konular işte bunlardır.

Önceki bölümde belirttiğimiz gibi, evrimciler bu konulara kendilerince “makro evrim” derler. Aslında evrim teorisi derken kastedilen ve tartışılan kavram da makro evrimdir. Çünkü Darwinistlerin mikro evrim olarak isimlendirmede ısrarlı oldukları genetik çeşitlenmeler, gözlemlenen ve herkes tarafından kabul edilen biyolojik bir olgudur ve yukarıda da belirttiğimiz gibi bu olayın -evrimciler her ne kadar tanımın içine “evrim” ifadesini yerleştirmişlerse de- evrimle hiçbir ilgisi yoktur. Makro evrim iddiasının ise ne gözlemsel biyoloji ne de fosil kayıtları açısından hiçbir kanıtı bulunmamaktadır.

İşte burada çok önemli bir “püf nokta” vardır. Konu hakkında yeterli bilgisi olmayanlar, “mikro evrimin kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleştiği” gibi bir varsayımdan yola çıkarak, “on milyonlarca yıl içinde de makro evrim gerçekleşir” gibi bir yanılgıya daha kapılırlar. Bazı evrimciler de aynı yanılgıya düşer veya bu yanılgıyı kullanarak insanları evrim teorisine inandırmaya çalışırlar. Charles Darwin’in Türlerin Kökeni’nde öne sürdüğü tüm sözde “evrim delilleri” bu şekildedir. Ondan sonra gelen evrimcilerin öne sürdüğü örnekler de bu şekildedir. Tüm bu örneklerde evrimcilerin “mikro evrim” diye tanımladıkları fakat evrimle hiçbir ilgisi olmayan genetik çeşitlenmenin, yine “makro evrim” diye tanımladıkları teorinin delili olarak kullanılması söz konusudur.

Tüm bu mikro evrim-makro evrim tartışmasının ve evrimci “türleşme” hikayelerinin özet sonucu ise şudur: Canlılar, yeryüzünde birbirinden farklı yapılara sahip “tipler” olarak ortaya çıkmışlardır. (Fosil kayıtları bunu kanıtlamaktadır.) Bu tiplerin içinde, genetik havuzlarının zenginliği sayesinde farklı varyasyonlar ve alt türler oluşabilmektedir. Örneğin “tavşan” tipinin kendi içinde, beyaz tüylü, gri tüylü, uzun kulaklı, daha kısa kulaklı gibi çeşitlenmeleri olmakta ve bu farklı çeşitlenmeler, kendilerine hangi doğal şartlar uygunsa Dünyaya o şekilde yayılmaktadırlar. Ama tipler hiçbir zaman birbirlerine dönüşmemektedir. Bunu yapabilecek, yeni tipler tasarlayabilecek, bunlar için yeni organlar, sistemler, vücut planları oluşturacak bir doğal mekanizma yoktur. Her tip, kendi özgün yapısıyla yaratılmıştır ve Allah her tipi zengin bir varyasyon potansiyeli ile var ettiği için, her tip kendi içinde zengin ama sınırlı bir çeşitlenme ortaya çıkarmaktadır.

 

Darwinistlerin Mikro ve Makro Evrim İddialarındaki Yanılgılar

Varyasyon evrime delil oluşturmaz çünkü varyasyon, zaten var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerinin ortaya çıkmasından ibarettir ve genetik bilgiye yeni bir özellik kazandırmaz. Darwin’in “türlerin kökeni”nin açıklaması sandığı varyasyonların gerçekte böyle bir anlam taşımadıkları, genetik biliminin bulgularıyla anlaşılmıştır

Bu nedenle evrimci biyologlar, tür içindeki çeşitlenme ile yeni tür oluşumunu birbirinden ayırmak ve bunlar hakkında iki ayrı kavram öne sürmek durumunda kaldılar. Tür içindeki çeşitlenmeye, yani varyasyona, kendilerince “mikro evrim” adını verdiler. Yeni türlerin oluşması varsayımı ise “makro evrim” olarak adlandırıldı.

Makro evrim kavramı ilk olarak 1927 yılında, Rus Biyolog Jurii Filipchenko tarafından kullanıldı.10 Mikro evrimin makro evrime delil olarak kullanılabileceği görüşü ise, 1930’lu yıllarda, Filipchenko’nun öğrencisi olan Theodosius Dobzhansky tarafından ortaya atıldı. Dobzhansky Darwinizm’in temel kitaplarından biri olan Genetik ve Türlerin Kökeni’nde, mikro evrim ile makro evrimin mekanizmalarının aynı olduğunu öne sürdü.11 Daha sonra bu görüş evrimci çevrelerde yaygın olarak kabul gördü ve günümüze kadar geldi. O yıllarda Berkeley Üniversitesi’nden genetikçi Richard Goldschmidt ise, bu görüşün yanlışlığını şöyle ifade etti:

“Mikro evrimin olguları makro evrimi anlamak için yeterli değildir.”12

Burada Goldschmidt’in mikro evrim olarak adlandırdığı şey, türler içindeki varyasyonlardan başka bir şey değildi.

Bu iki kavram uzunca bir zamandır biyoloji kitaplarında yer alır. Ancak gerçekte burada yanıltıcı bir üslup kullanılmaktadır. Evrimci biyologların mikro evrim adını verdikleri varyasyon örneklerinin aslında hiçbir şekilde evrim teorisiyle ilişkisi yoktur. Çünkü evrim teorisi, canlıların mutasyon ve doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni genetik bilgiler kazanıp geliştiklerini öne sürer. Oysa varyasyonlar daha önce belirttiğimiz gibi hiçbir zaman yeni bir genetik bilgi oluşturmaz ve dolayısıyla bir “evrim” sağlamazlar. Varyasyonlara mikro evrim adı verilmesi, evrimci biyologların ideolojik bir tercihidir.

Darwinistlerin kasıtlı olarak mikro evrim şeklinde adlandırdıkları varyasyonlar, günlük hayatta sık sık örneklerini gördüğümüz biyolojik bir olgudur. Karşılaştığınız kedi, köpek, elma, domates, bitki ve hayvan varyasyonlarını gözünüzün önüne getirin. Makro evrim iddiası ise, bir dinozorun kuşa, bir ayının ise bir balinaya dönüşmesi gibi değişimlerdir. Yani makro evrim iddialarının, kurbağaların prenslere dönüştüğünü anlatan çocuk masallarından hiçbir farkı yoktur.

Evrimci biyologların mikro evrim kavramını kullanarak verdikleri izlenim, varyasyonların uzun zaman içinde yepyeni canlı sınıflamaları oluşturabileceği yönündeki yanlış bir mantıktır. Nitekim konu hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmayan pek çok kişi “mikro evrim uzun zamana yayıldığında makro evrim oluşturur” gibi yüzeysel bir düşünceye kapılmaktadır. Bu düşüncenin örneklerini sık sık görmek mümkündür. Bazı “amatör” evrimciler, “insanların boy ortalaması bir yüzyıl içinde bile iki cm. artmış, demek ki milyonlarca yıl içinde her türlü evrim gerçekleşebilir” gibi yanlış mantıklar öne sürerler. Oysa daha önce de belirtildiği gibi, boy ortalaması değişimi gibi varyasyonların hepsi, belirli genetik sınırlar içinde gerçekleşen ve evrimle ilgisi olmayan dalgalanmalardır.

Nitekim, Darwinistlerin mikro evrim adını verdikleri varyasyonların yeni canlı sınıflamaları oluşturamadığını, yani makro evrim sağlamadığını günümüzde evrimci otoriteler de kabul etmektedir. Evrimci biyologlar, Scott Gilbert, John Opitz ve Rudolf Raff, Developmental Biology dergisinde yayınlanan 1996 tarihli makalelerinde bu konuyu şöyle açıklarlar:

Modern sentez (neo-Darwinist teori) önemli bir başarıdır. Ancak, 1970’lerden başlayarak, çok sayıda biyolog bunun açıklayıcı gücünü sorgulamaya başlamıştır. Genetik bilimi, mikro evrimi açıklamak için yeterli bir araç olabilir, ama genetik bilgi üzerindeki mikro evrimsel değişiklikler, bir sürüngeni bir memeliye çevirebilecek ya da bir balığı amfibiyene dönüştürecek türden değildir. Mikro evrim, sadece uygunların hayatta kalması kavramına yardımcı olabilir, uygunların oluşumunu açıklayamaz. (Open Üniversitesi Biyoloji Profesörü Brian Goodwin) Goodwin’in 1995’te belirttiği gibi 13, “türlerin kökeni, yani Darwin’in problemi, çözümsüz kalmaya devam etmektedir.””14

Variation is a genetic phenomenon that causes individuals or groups within a species to exhibit different characteristics. Variation always takes place within the boundaries of genetic information, which bounds are referred to as the gene pool but such variation  represents no evidence for evolution.

Mikro evrim gibi gösterilmeye çalışılan varyasyonların makro evrim iddiasına, yani türlerin kökenine hiçbir açıklama getiremediği, başka evrimci biyologlar tarafından da kabul edilmiştir. Ünlü evrimci Paleontolog Roger Lewin, Kasım 1980’de Chicago Doğa Tarihi Müzesi’nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren ünlü sempozyumda bu konuda varılan sonucu şöyle anlatır:

“Darwin’in (varyasyonlardan yola çıkarak) yaptığı mantık yürütmeler haklı mıydı? Evrimsel biyolojinin tarihindeki son 40 yılın en önemli konferanslarından birine katılan bilim adamlarının ortaya koydukları yargıya göre, bu sorunun cevabı “hayır”dır. Chicago konferansındaki temel mesele, mikro evrimi sağlayan mekanizmaların, makro evrim adını verdiğimiz fenomeni açıklamak için de kullanılıp kullanılamayacağı olmuştur… Cevap açıklıkla verilebilir: Hayır.”15

Evrimci biyologlar Fagerstrom, Schuster ve Szathmary de 1996 yılında Science dergisinde yayınlanan bir makalede aynı gerçeği şöyle belirtirler:

“Evrimdeki büyük geçişler -örneğin, bir kaçını belirtmek gerekirse, yaşamın kökeni, ökaryot hücrelerin ortaya çıkışı, insanın konuşma kapasitesinin kökeni gibi geçişler- birer “dengeden uzaklaşma” hali olamazlar. Bunlar, mikro evrimin kurulu modelleri tarafından da tatmin edici şekilde tarif edilemezler.”16

Bazı bilim adamları ise böyle bir iddianın, bilimsel bulgular ve fosil kayıtlarının ortaya koyduğu gerçekler ile taban tabana zıt olduğunun farkındadırlar. Örneğin, Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nden Douglas Erwin, Evrim ve Gelişim dergisinde yer alan 2000 yılına ait bir makalesinde bunun üzerinde durmuştur.17 Amerikalı biyologlar Douglas Erwin ve James Valentine’e göre, yeni bedensel özelliklerin kökenini açıklamak için mikro evrimsel mekanizmalar şeklinde adlandırılan fakat tür içindeki çeşitlenmelerden başka bir şey olmayan değişimleri kullanmak, eldeki delillerle uyuşmayan bir yöntemdir.18

Gerçek şu ki, makro evrim diye bir değişim hiçbir zaman gözlemlenmemiştir; bunun nasıl gerçekleştiğine dair akla, mantığa ve bilime uygun hiçbir açıklama yoktur. Mikrobiyoloji Profesörü Carl Woese konuya ilişkin görüşünü, “makro evrim terimi anlayışımızı ifade etmekten çok bilgisizliğimizi gizlemeye yarıyor” şeklinde dile getirir.19

Evrimciler tarafından Darwinizm’in somut ve gözlemlenmiş örnekleri gibi tanıtılan, her fırsatta evrim teorisinin temel delilleri olarak sunulan konuları düşünün. Hemen aklınıza Galapagos ispinozları, Sanayi Devrimi kelebekleri, antibiyotiklere dirençli bakteriler ve DDT’ye karşı bağışıklı böcekler gelecektir. Bunların evrim deliliymiş gibi kullanılması ise kesinlikle bir aldatmacadır. Çünkü söz konusu vakalar da evrime delil oluşturmayan varyasyon örnekleridir.

 

Evrenin Genişlemesi ve Big Bang’in Keşfi

1920’li yıllar, modern astronominin gelişimi açısından çok önemli yıllardı. 1922’de Rus fizikçi Alexandre Friedmann, Einstein’in genel görecelik kuramına göre evrenin durağan bir yapıya sahip olmadığını ve en ufak bir etkileşimin evrenin genişlemesine veya büzüşmesine yol açacağını hesapladı. Friedmann’ın çözümünün önemini ilk fark eden kişi ise Belçikalı astronom Georges Lemaitre oldu. Lemaitre, bu çözümlere dayanarak evrenin bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini öngördü. Ayrıca, bu başlangıç anından arta kalan radyasyonun da saptanabileceğini belirtti.

Bu bilim adamlarının teorik hesaplamaları o zaman çok ilgi çekmemişti. Ancak 1929 yılında gelen gözlemsel bir delil, bilim dünyasına bomba gibi düşecekti. O yıl Kaliforniya Mount Wilson gözlemevinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden birini yaptı. Hubble, kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru kayan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş, o zamana kadar kabul gören evren anlayışını temelden sarsıyordu.

kelebekçiçek
Edwin Hubble, dev teleskobuyla yaptığı gözlemlerde evrenin genişlediğini fark etti. Hubble böylece “sonsuz evren” efsanesini yıkacak Big Bang teorisinin de ilk delilini bulmuş oluyordu.

Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. (Gözlemciden uzaklaşmakta olan bir trenin düdük sesinin gittikçe incelmesi gibi.) Hubble’ın gözlemi ise, bu kanuna göre, gök cisimlerinin bizden uzaklaşmakta olduklarını gösteriyordu. Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha buldu; yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Her şeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç ise, evrenin “genişlemekte” olduğuydu.

Kısa bir zaman önce Georges Lemaitre tarafından öngörülen bu gerçek, aslında yüzyılın en önemli bilim adamı sayılan Albert Einstein tarafından da daha önceden dile getirilmişti. Einstein 1915 yılında ortaya koyduğu genel görecelik kuramıyla yaptığı hesaplarda evrenin durağan olamayacağı sonucuna varmıştı. Ancak bu buluş karşısında son derece şaşıran Einstein bu sözde “uygunsuz” sonucu ortadan kaldırmak için denklemlerine “kozmolojik sabit” adını verdiği bir faktör ilave etmişti. Çünkü o sıralar, astronomlar ona evrenin statik olduğunu söylüyorlardı, o da kuramının bu modele uymasını istemişti. Ancak sonradan bu kozmolojik sabiti “kariyerinin en büyük hatası” olarak tanımlayacaktı.

Hubble’ın ortaya koyduğu evrenin genişlediği gerçeği, kısa bir süre sonra yeni bir evren modelini doğurdu. Evren genişlediğine göre, zamanda geriye doğru gidildiğinde çok daha küçük bir evren, daha da geriye gittiğimizde “tek bir nokta” ortaya çıkıyordu.

Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu “tek nokta”nın, olağanüstü büyük çekim gücü nedeniyle “sıfır hacme” sahip olacağını gösterdi. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Bu patlamaya “Big Bang” (Büyük Patlama) dendi ve bu teori de aynı isimle bilindi.

Big Bang’in gösterdiği önemli bir gerçek vardı: Sıfır hacim “yokluk” anlamına geldiğine göre, evren “yok” iken “var” hale gelmişti. Bu ise, evrenin bir başlangıcı olduğu anlamına geliyor ve böylece materyalizmin “evren sonsuzdan beri vardır” varsayımını geçersiz kılıyordu.

 

 

Tevrat’a Göre Evrendeki Düzen ve Yaratılış

Göklerin ve Yeryüzünün Yaratılışı

◉ Başlangıçta Allah göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı… (Yaratılış, 1:1-2)

◉ Allah, “Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın” diye buyurdu. Ve öyle oldu. Allah gökkubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Kubbeye “Gök” adını verdi… (Yaratılış, 1:6-8)

◉ … Rab Allah göğü ve yeri yarattığında… (Yaratılış, 2:4-5)

◉ … Tek Rab Sensin. Gökleri, göklerin göklerini, bütün gök cisimlerini, yeryüzünü ve içindeki herşeyi, denizleri ve içlerindeki herşeyi Sen yarattın… Bütün gök cisimleri Sana kulluk eder. (Nehemya, 9:6)

◉ Allah, “Göğün altındaki sular bir yere toplansın, kuru toprak görünsün” diye buyurdu ve öyle oldu. Kuru alana “Kara”, toplanan sulara “Deniz” adını verdi… (Yaratılış, 1:9-10)

◉ Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. (Yaratılış, 2:1)

◉ Ya Rab, Allah’ım, ne ulusun! Görkem ve yücelik kuşanmışsın… Yeryüzünü temeller üzerine kurdun, asla sarsılmasın diye. (Mezmurlar, 104:1, 5)

Gök Cisimlerinin Yaratılışı

◉ Allah şöyle buyurdu: “Gökkubbede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin.” Ve öyle oldu. Allah büyüğü gündüze, küçüğü geceye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı. Yeryüzünü aydınlatmak, gündüze ve geceye egemen olmak, ışığı karanlıktan ayırmak için onları gökkubbeye yerleştirdi… (Yaratılış, 1:14-17)

◉ Ey Egemenimiz Rab, ne yüce Adın var yeryüzünün tümünde! Gökyüzünü görkeminle kapladın… Seyrederken eserin olan gökleri, oraya koyduğun Ay’ı ve yıldızları, soruyorum kendi kendime: “İnsan ne ki… ?” (Mezmurlar, 8:1-4)

Gece ve Gündüzün Yaratılışı

◉ (Allah) Işığa “Gündüz”, karanlığa “Gece” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu… (Yaratılış, 1:5)

◉ “Dünya durdukça ekin ekmek, biçmek, sıcak, soğuk, yaz, kış, gece, gündüz hep var olacaktır.” (Yaratılış, 8:22)

Göklerin Düzen İçinde Yaratılışı

◉ Gündüz ışık olsun diye Güneş’i sağlayan, gece ışık olsun diye Ay’ı, yıldızları düzene koyan, dalgaları kükresin diye denizi kabartan Rab, O’nun adı Herşeye Egemen Rab’dir… (Yeremya, 31:35-36)

◉ Başınızı kaldırıp göklere bakın. Kim yarattı bütün bunları? Yıldızları sırayla görünür kılıyor, her birini adıyla çağırıyor. Büyük kudreti, üstün gücü sayesinde hepsi yerli yerinde duruyor. (Yeşaya, 40:26)

◉ Mevsimlerinde çıkartabilir misin takımyıldızları? Büyük ve Küçük Ayı’ya yol gösterebilir misin? Biliyor musun göklerin yasalarını?… (Eyüp, 38:32-33)

 

Dipnotlar

1 Stephen C. Meyer, Signiture in the Cell, Harper One, 2009, s. 132-133

2. In vivo aspects of protein folding and quality control, David Balchin, Manajit Hayer-Hartl and F. Ulrich Hartl (June 30, 2016)
Science 353 (6294), [doi: 10.1126/science.aac4354]

3. Sequential Poly-ubiquitylation by Specialized Conjugating Enzymes Expands the Versatility of a Quality Control Ubiquitin Ligase. Annika Weber et al, Molecular Cell 63. DOI: 10.1016/j.molcel.2016.07.020

4- Troy E. Wood, Loren H. Rieseberg, “Speciation: Introduction”, Encyclopedia of Life Sciences, 1999, ğ.els.net.

5- J.A. Endler, “Conceptual and Other Problems in Speciation”, s. 625, D. Otte, J.A. Endler (editors), Speciation and Its Consequences, Sinauer Associates, Sunderland, Massachusetts, 1989.

6- Prof. Dr. Ali Demirsoy, Yaşamın Temel Kuralları, Cilt I / Kısım I, 11. baskı, Meteksan Yayınları, Ankara, 1998, s. 624.

7- M. Encarta Encyclopedia 2001 Deluxe Edition CD, “Spider (arthropod)”.

8- Timothy A. Mousseau, Alexander E. Olvido, “Geographical Variation”, Encyclopedia of Life Sciences, 2000, ğ.els.net.

9- D.H. Erwin, “Macroevolution is more than repeated rounds of microevolution”, Evolution & Development, Vol. 2, 2000, s. 78-84.

10- Hilary S. Callahan, “Microevolution and Macroevolution: Introduction”, Encyclopedia of Life Sciences, 2001, ğ.els.net.

11- Theodosius Dobzhansky, Genetics and the Origin of Species, Columbia University Press, New York, 1937.

12- Richard B. Goldschmidt, The Material Basis of Evolution, New Haven Connecticut: Yale University Press, 1940, s. 8.

13- Brian Goodwin, “Neo-Darwinism has failed as an evolutionary theory”, The Times Higher Education Supplement, 19 Mayıs 1995.

14- Scott Gilbert, John Opitz, Rudolf Raff, “Resynthesizing Evolutionary and Developmental Biology”, Developmental Biology 173, Article No. 0032, 1996, s. 361.

15- R. Lewin, “Evolutionary Theory Under Fire”, Science, vol. 210, 21 Kasım 1980, s. 883.

16 T. Fagerstrom, P. Jagers, P. Schuster, E. Szathmary, “Biologists put on mathematical glasses”, Science, vol. 274, 20 Aralık 1996, s. 2039-2040.

17- D.H. Erwin, “Macroevolution is more than repeated rounds of microevolution”, Evolution & Development, Vol. 2, 2000, s. 78-84.

18- J.W. Valentine, D.H. Erwin, “Interpreting Great Developmental Experiments: The Fossil Record”, s. 95, R.A. Raff, E.C. Raff (editors), Development as an Evolutionary Process, Alan R. Liss, Inc., New York, 1987.

19- C.R. Woese, “Macroevolution in the microscopic world”, C. Patterson (editor), Molecules and Morphology in Evolution, Cambridge: Cambridge University Press, 1987.