Hayatın gerçek kökeni: Yaratılış

Biyoloji ile ilgilenen insanlar, özellikle de dünya üzerindeki canlıların nasıl ortaya çıktıkları sorusuna cevap arayanlar, 20. yüzyıl boyunca “evrim” kelimesini belki herşeyden çok daha fazla duydular. Ama görünen o ki, 21. yüzyılda bu kelimenin yerine yeni bir kelime kullanılmaya başlanacak: “Yaratılış”.

Evrim teorisi, Charles Darwin’in 1859’da yayınladığı Türlerin Kökeni adlı kitabıyla dünyanın gündemine girmişti. Darwin’in iddiası, canlılığın ve farklı canlı türlerinin kökeninin, sadece tesadüfi doğal süreçler olduğuydu. Bir başka ifadeyle, evrim teorisi, canlılığı var edip düzenleyen bir Yaratıcı’nın olmadığını, aksine doğanın tesadüfi, amaçsız ve bilinçsiz etkileşimleri ile ortaya çıktığını öne sürüyordu. (Darwin’in bu teorisi aslında, daha önceden de var olan ve “natüralizm” olarak bilinen felsefeye dayanıyordu.) Darwin’den sonra evrim teorisi bazı “teknik” değişikliklere uğradı, ama teorinin özünü oluşturan natüralist anlayış hep varlığını korudu.

Natüralizm, bir Yaratıcı fikrini ortadan kaldırdığı için de, doğal olarak ateizmle eş anlamlıydı. Evrim teorisinin en ünlü çağdaş savunucusu olan Oxford Profesörü Richard Dawkins, bu nedenle Darwin’e “ateist olmayı bilimsel yönden mümkün hale getirdiği için” şükranlarını sunar. Oysa Darwin, gerçekte “ateist olmayı bilimsel yönden mümkün” hale getiremedi. Onu izleyenlerin hiçbiri de bunu yapamadılar. Çünkü Darwin’den bu yana sürekli gelişen bilim, doğanın tesadüflerle değil, mutlaka üstün güç ve bilgi sahibi bir Yaratıcı’nın var ettiğini ve düzenlediğini göstermekteydi. 20. yüzyılı bilimi, Darwin’in tesadüfle açıklanabilir saydığı canlıların, gerçekte çok kompleks tasarımlara sahip olduklarını gösterdi. Bu tasarımların detayına inildikçe, evrimin savunduğu tesadüf açıklamasının saçma ve akıl dışı oluşu daha açık hale geldi.

Tesadüfle Bir Kitap Yazılabilir mi?

Doğadaki yaratılışı görebilmek için, öncelikle evrimin iddiasının ne olduğunu tam olarak anlamak gerekir: Evrim, tüm canlılığın kökeninin bir tesadüfler zinciri olduğunu söylemektedir. Teoriye göre herşey ve tüm canlılar, tesadüflerin bir ürünüdür. Bunun neden akıl dışı bir iddia olduğunu bir örnekle açıklayalım. Elinizde tutup okuduğunuz herhangi bir kitabın nasıl ortaya çıktığı düşünün. Bilirsiniz ki bu kitabın içeriği önce bir daktilo ya da bilgisayarda yazılmış, sonra da matbaada kağıt üzerine dökülerek bir kitap haline gelmiştir. Peki acaba kitabın basılmasını sağlayan bu işlemler, “tasarım”la mı, yoksa “tesadüfle” mi oluşmuştur? Kitabın bilgisini bilgisayara geçiren-yani dizgi yapan-kişi, acaba bu işi bilgisayar klavyesinin tuşlarına rastgele basarak mı yapmıştır? Yoksa hangi tuşa bastığına büyük bir özen ve titizlik mi göstermiştir?

Eğer tuşlara rastgele bassaydı, siz de tahmin edersiniz ki, şimdiye kadar okuduğunuz satırlar gibi satırlara değil, şu tür satırlara rastlayacaktınız:

…mazvzçfteano.sötzüctğdulepünmüzthlzgrazühehgçv

üiükıhizvçadğzckkhğdgdfüizvsüçlüyütulhüczi…

Ama okumakta olduğunuz kitabın satırları üstteki satıra benzemezler. Üstteki satırda hiçbir bilgi ve anlam yoktur. Oysa bu kitabın ya da bir başka kitabın satırlarında bilgi ve anlam vardır. Fark nereden kaynaklanır?.. Cevap açıktır: Kitabın satırlarında bilgi ve anlam vardır, çünkü kitabı yazan kişinin aklı bu bilgiyi ve anlamı oluşturmuş, kitabı bilgisayara geçiren dizgici de büyük bir dikkat harcayarak bu bilgi ve anlamı yazıya dökmüştür. Bu işlemin her aşamasında bir plan ve akıl vardır. Bilinçsiz, rastgele bir müdahaleye yer yoktur.

Dahası, eğer işin içine çok küçük de olsa bilinçsiz bir müdahale karışsa, hemen kitabın anlamı bozulmaya başlar. Örneğin kitabı bilgisayara geçiren kişi, eğer “e” tuşu yerine yanlışlıkla, yani bilinçsizce, “ğ” tuşuna basarsa, ortaya bozuk bir kelime, hatta bozuk bir cümle çıkar. Nitekim kitap bilgisayara geçirildikten sonra, bu tür bir bilinçsiz müdahale ihtimalini giderebilmek için “tashih” edilir. Yani yeniden okunur ve tüm bilinçsiz müdahaleler (harf hataları) ayıklanır. İşin içine ne kadar çok bilinçsiz müdahale girmişse, yazı da o kadar bozuk olacaktır.

Bu basit örnek, bize tüm evreni incelerken akılda tutmamız gereken bir kuralı öğretmektedir: Eğer bir yerde bir tasarım varsa, mutlaka onu meydana getiren bir akıl vardır. Eğer bir yerde bir kitap görürsek, onun mutlaka bir yazarın aklının ürünü olduğunu anlarız. Bu temel mantığı aklımızda tutarak canlılığı incelediğimiz ise, çok somut bir gerçekle yüz yüze geliriz. Canlılık, çok büyük ve üstün bir aklın, yani Allah’ın yaratışının bir ürünüdür. Çünkü tek bir kitapta karşılaştığımız akıl, canlı bedenleri ile karşılaştırıldığında, bir ansiklopedinin yanındaki tek bir harf kadar basit kalmaktadır…

Yaşamın Kitabı: DNA

Canlılığın ne denli kompleks bir düzene sahip olduğunu göstermek için verebileceğimiz örneklerin sayısı belki de sonsuzdur. Ama burada tek bir örnekle yetineceğiz, “yaşamın kitabı” olan DNA molekülü ile. DNA, Darwin zamanında bilinmiyordu. Canlı hücrelerinin çekirdeklerinin içinde yer alan bu dev molekül, ancak 1950’lerde keşfedildi. DNA’nın yapısını keşfeden iki evrimci bilim adamı, yani James Watson ve Francis Crick, karşılaştıkları bu yapı karşısında hayrete düşmüşlerdi. Çünkü buldukları bu kompleks yapının kökenini evrim mantıklarıyla -yani tesadüfle- açıklamak mümkün değildi. Francis Crick bir süre sonra bu gerçeği açıkça itiraf edecek ve DNA’nın kökeninin ancak bilinçli bir tasarımla açıklanabileceğini kabul edecekti. Peki evrimcileri bile “tesadüf” açıklamasından vazgeçmeye zorlayan DNA’nın özelliği nedir?

DNA, tek kelimeyle hayatın yazılı bir planı, detaylı bir “proje”sidir. Vücuttaki trilyonlarca hücrenin her birinin çekirdeğinde bulunan bu uzun molekül, canlı vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. Örneğin bir insana ait bütün özelliklerin bilgisi, dış görünümden iç organlarının yapılarına kadar DNA’nın içinde özel bir şifre sistemiyle kayıtlıdır.

DNA’daki bilgi, bu uzun molekül zincirini oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G ve C ile ifade edilirler. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş sıralamaları arasındaki farktan doğar. Bir DNA molekülünde yaklaşık olarak 3.5 milyar nükleotid bulunur.

Bir başka deyişle, DNA, 3.5 milyar harften oluşan dev bir kitap gibidir. DNA’daki bu bilgiyi kağıda dökmeye kalksak, her biri ortalama 500 sayfalık 900 ciltten oluşan bir kütüphane ortaya çıkar. Ama bu inanılmaz hacimdeki bilgi, milimetrenin yüz binde biri kadar olan hücrelerimizin, ondan daha da küçük çekirdeklerinde saklanmıştır. Bu yapı, elbette kendisini inceleyen herkesi hayranlığa sürükler. Ama sorulması gereken soru şudur: DNA’daki bu bilgi nasıl ortaya çıkmıştır?

Biraz önce her kitabın bir akıl tarafından üretildiğini, tesadüflerin bize bir kitap oluşturamayacaklarını belirtmiştik. DNA’daki binlerce kitaplık bilginin de, çok üstün bir akıl tarafından var edilmiş olması gerektiği açıktır. Bu, canlılığın Allah tarafından yaratılmış olduğunun bir başka ifadesidir. Matematik de aynı gerçeği ispatlar. Tek bir DNA molekülünün tesadüfen oluşma ihtimali, 10.620’de 1 bir olarak hesaplanmaktadır. 10.620, 1 rakamının yanına 620 sıfırın gelmesiyle oluşan astronomik bir sayı demektir. Böyle bir ihtimali deneme-yanılma metoduyla gerçekleştirmek için gereken zaman, dünyanın evrimcilerce iddia edilen yaşından bile fazladır. Nitekim matematikçiler, 1.050’de 1’den daha küçük bir ihtimalin “sıfır ihtimal” sayarlar. Evrim teorisi, DNA’nın kökeni sorusu karşısında çaresizdir. Biyokimya alanında tanınmış bir evrimci olan Andrew Scott bu konuda şöyle der:

“Hayatın kökeni konusunda farklı (evrimci) teoriler var. Ama hepsi bütün soruların temeli olan şu sorunun etrafında dönüp duruyorlar: “Genetik kod (DNA), onun yorumlanmasını sağlayan mekanizmalarla (RNA ve ribozomlarla) birlikte nasıl ortaya çıktı?” Bu soru karşısında kendimizi merak ve hayranlıkla yetindirmek zorundayız. Çünkü verebileceğimiz bir cevap yok.”

Aslında kuşkusuz verilebilecek bir cevap vardır; tek bir cevap. Ama evrimcilerin soruyu sorma şekli, bu cevabı devre dışı bırakır. Bu durumu yine kitap örneğiyle açıklayalım. Eğer size birisi “okuduğunuz kitap nasıl var olmuştur” diye sorarsa, vereceğiniz tek bir cevap vardır: “Bu kitabı yazarı yazmıştır”. Ama eğer soru “okuduğunuz kitap nasıl olmuştur da tesadüfen var olmuştur” şeklindeyse, o zaman verecek cevap bulunamaz. Evrim teorisinin canlılığın kökenine yönelttiği bütün sorular bu ikinci tür sorulardır ve bu nedenle de cevapsızdırlar.

Harf Hataları Bir Kitabı Geliştirir mi?

Evrimciler açısından sorun, sadece ilk DNA’nın kökenini bulmaktan ibaret değildir elbette. İkinci büyük soru şudur:

“İlk DNA’nın bir şekilde ortaya çıktığını varsayalım. Peki ama nasıl olacaktır da bu DNA’dan zamanla, balıkların, sürüngenlerin, kuşların ve insanların genetik kodları türeyecektir?”

Evrim teorisi, bu soruya cevap olarak, DNA’daki bilgilerin zaman içinde gerçekleşen tesadüflerle arttığını ve çeşitlendiğini iddia etmektedir. Sözünü ettikleri tesadüfler “mutasyon”lardır. Mutasyon, bir DNA’da, dış dünyadaki kimyasal etkiler ya da radyasyon sonucunda meydana gelen değişikliklerdir. Bazen küçük bir radyoaktif parça DNA zincirine isabet eder ve oradaki bir basamağı değiştirir. Evrimcilere göre, canlılar, hepsi tek bir DNA’dan kaynaklanmalarına rağmen, bu mutasyonlar (yani kazalar) sonucunda birbirlerinden farklılaşmışlar ve bugünkü mükemmel hallerine ulaşmışlardır. Bu iddianın akıl dışı olduğunu göstermek için, yine kitap örneğine başvurabiliriz. DNA’nın bir kitapta olduğu gibi yan yana dizilmiş harflerden oluştuğunu söylemiştik. Mutasyonlar, bu kitabın yazılımı sırasında meydana gelen harf hatalarına benzerler. İsterseniz bu konuda bir deney yapalım. Kalın bir dünya tarihi kitabını, hatasız klavye kullanan bir sekretere verelim ve baştan sona bilgisayara yazmasını isteyelim. Ancak sekreter kitabı hatasız bir biçimde bilgisayara geçirirken, farz edelim ki bir “kaza” olsun:

Sekreter odayı terk etmişken bilgisayarın klavyesinin üzerine tesadüfen sert bir cisim düşsün. Bu sert cisim, bir ya da bir kaç tuşa basacak ve böylece metinde normalde olmaması gereken bir etki meydana getirecektir. Bu şekilde yazılmış olan harf hatalı metni, bir başka sekretere verip yine aynı şeyi yaptıralım. Bu yöntemle kitabı bir kaç bin kez baştan aşağı yazdıralım, her seferinde metne rastgele bir kaç harf hatası ekleyerek…

Acaba sonuçta neyle karşılaşırız? Acaba tarih kitabı bu yöntemle gelişir mi? Acaba daha önce kitapta var olmayan bir “Eski Çin Tarihi” bölümü oluşabilir mi?

Kuşkusuz hayır. Zaten eğer yaptığımız bu işlemler sonucunda böyle bir gelişme bekliyorsak, akıl sağlımızda bir sorun var demektir. Elbette ki kitaba eklediğimiz harf hataları kitabı geliştirmez, aksine tahrip eder, anlamını bozar. Hatalı kopyalama işlemini ne kadar artırırsak, o kadar bozuk bir kitap elde ederiz.

Evrim teorisinin iddiası ise “harf hatalarının bir kitabı geliştirdiği”dir. Evrime göre DNA’da meydana gelen mutasyonlar (hatalar) birikerek tesadüfen faydalı sonuçlara yol açmış, örneğin canlılara göz, kulak, kanat, el gibi organlar, düşünmek, öğrenmek, mantık yürütmek gibi özellikler kazandırmıştır. Bu iddia, bir dünya tarihi kitabına harf hatalarının birikmesi sonucu “Eski Çin Tarihi” bölümü eklenmesinden bile daha akıldışıdır.

Evrimciler de teorilerinin akıl dışı olduğunun farkındadırlar. O nedenle konuyu bu kadar açık bir biçimde tartışmak istemezler. Sadece aldatıcı bir kavram kullanarak doğada bir seçme (seleksiyon) mekanizması olduğunu, bu sayede harf hatalarının çok nadir rastlanan faydalılarının “seçildiğini” ve böylece gelişme sağlandığını söyleyerek konuyu geçiştirmeye çalışırlar. Ama çoğu, Richard Dawkins’in “çocuk kandırma” mantığıyla hazırladığı bilgisayar şovlarının dışında, bu konuda daha fazla konuşmamayı tercih ederler. Çünkü onlar da bilirler ki, doğada faydalı harf hatalarını seçip onlardan bir “Eski Çin Tarihi” çıkarabilecek olan hiçbir bilinçli “seleksiyon” mekanizması yoktur. Tüm bunlar bizi apaçık bir sonuca götürür. Yaşamın bir planı (DNA) olduğuna ve tüm canlılar bu plana göre yapıldıklarına göre, bu planı ortaya çıkaran üstün bir Yaratıcı vardır. Yani tüm canlıları, sonsuz güç ve akıl sahibi olan Allah yaratmıştır.

Yaratılış’ı Reddetmenin Mantığı

Evrim teorisinin hayatın kökenini sadece ve sadece tesadüflerle açıklamaya çalıştığını ve Allah’ın yaratışını reddettiğini biliyoruz. Zaten doğadaki yaratılışı reddetmek (yani natüralizm), evrimin özü ve temelidir. Ama sadece DNA’nın az önce değindiğimiz yapısı bile bu anlayışı imkansız kılmaktadır. Bu durumda ne yapılmalıdır?Yapılması gereken şey açıktır: Madem bilimsel veriler doğada üstün bir yaratılışın varlığını ispatlamaktadır ve evrim teorisi yaratılış olmadığı varsayımına dayanmaktadır, o halde evrim teorisinin terk edilmesi gerekir.

Ama böyle olmaz. Aksine, evrimciler doğadaki yaratılışı reddetmek konusunda çok katı bir ısrar içindedirler. Bu katılığı kendi satırlarında kolaylıkla görebiliriz. Örneğin Türkiye’nin en önde gelen evrimcilerinden Hacettepe Üniversitesi Profesörü Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim adlı eserinde ilginç bazı açıklamalarda bulunur. Demirsoy, kitabının bir yerinde “sitokrom-C” olarak bilinen ve yaşamın oluşması için varlığı şart olan bir proteinin oluşumu ihtimalini ele alır. (Proteinlerin yapısı DNA’nın yapısı kadar komplekstir) Ancak Demirsoy’un belirttiğine göre, bu proteinin tesadüfen oluşması tek kelimeyle imkansızdır:

… Sitokrom-C’nin belirli amino asit dizilimini sağlamak, bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır -maymunun rastgele tuşlara bastığını kabul ederek.

Herkes bir maymunun daktiloya rastgele basarak hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazamayacağını bilir. Hatta bu yöntemle tek bir cümle bile elde edilemez. Peki bu durumda sitokrom-C’nin dizayn edildiğini kabul etmek gerekmez mi?

Demirsoy, bu soruya çok ilginç bir cevap verir:

Özünde bir Sitokrom-C’nin dizilişini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az bir olasılığa sahiptir denilebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O zaman birinci varsayımı irdelemek gerekir.

Bu satırlardaki düşünceyi şöyle de ifade edebiliriz:

“Ortada açık bir dizayn vardır. Ama bu dizaynı tasarlamış olan Yaratıcı’nın, yani Allah’ın varlığını kabul etmek, bizim amaçlarımıza uygun değildir. O nedenle bu dizaynı reddetmek ve olayı tesadüflerle açıklamaya çalışmak zorundayız.”

Görüldüğü gibi, bu satırları yazan zihin -ki bu sırf Demirsoy’a değil, tüm evrimcilere ait bir zihindir- Yaratıcı’nın varlığının çok açık delillerini görmekte, ama bu gerçeği felsefi açıdan kabul etmek istemediği için bu delilleri görmezden gelmektedir. Bu zihin, söz konusu felsefi ön yargısına “bilimsel amaç” adını vermiştir ve bilim adı altında aslında bu felsefi ön yargıyı savunmaktadır.

Bilim ve Materyalizm

Eğer evrim teorisi herhangi bir felsefi temele oturmasaydı, şimdiye kadar çoktan tarihin çöplüğüne atılırdı. Teoriyi hala ayakta tutan güç, onu savunan bilim adamlarının felsefi ön yargılarıdır. Üstte satırlarını aktardığımız profesör, düşüncelerinde yalnız değildir. Dünyadaki pek çok meslekdaşı da, canlılıktaki yaratılış delillerini görmekte, ama Yaratıcı’yı kabul etmenin ne anlama geldiğini düşündüğünde, bunun sonuçlarından şiddetle kaçınarak evrim teorisini savunmaya devam etmektedir. Kısacası evrim teorisinin bilim dünyasının bir kısmında hala tutunmasının nedeni, sadece ve sadece evrimci bilim adamlarının felsefi önyargılarıyla ilgili bir durumdur.

Bu felsefi ön yargının ne olduğuna baktığımızda ise, natüralizm ya da materyalizm olarak bilinen felsefe ile karşı karşıya geliriz. Materyalizm, maddenin yaratılmadığını, sonsuzdan beri var olduğunu ve madde dışında hiç bir gerçeklik olmadığını varsayan düşüncedir. Allah inancına ve dine şiddetle karşıdır. Bu bilim değil, bir felsefedir. Dolayısıyla evrimciler bilime değil, materyalist felsefeye bağlıdırlar ve bilimi de bu felsefeye uydurabilmek için çarpıtmaktadırlar. Harvard Üniversitesi’nden ünlü bir genetikçi ve açık sözlü bir evrimci olan Richard Lewontin, bu somut gerçeği şöyle itiraf etmektedir:

Bizim materyalizme bir inancımız var, ‘a priori’ (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizmle olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, ilahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.

İşte evrim teorisi bu nedenle ayaktadır. Bu teoriyi savunan bilim adamları “önce materyalist, sonra bilim adamı”dırlar. Bu nedenle de bilimi sadece ve sadece materyalizmin önkabulleri ile sınırlandırmakta, “İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin vermemektedir”ler. Bu dogmatik tutumları nedeniyle de, saçmalığını kendilerinin de gördüğü ve aslında kendilerinin de inanmadığı evrim masalını savunmaya devam etmektedirler.

Kendisini bu tür bir ön yargıyla bağlamayan, özgür vicdanıyla düşünen herkes ise canlılığın kökeninin yaratılış olduğunu görebilir. Tüm canlılar o denli kusursuz ve o denli mükemmeldirler ki, ancak çok üstün bir yaratılışın eseri olabilirler. Tek bir harf bile bir yazar olmaksızın, tesadüfen oluşmadığına göre, tüm evren ve bu evrendeki tüm canlılık da kuşkusuz çok üstün ve güçlü bir Yaratıcı olmaksızın var olamaz. O Yaratıcı, tarihin başından bu yana kendisini insanlara din yoluyla tanıtmıştır da. O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbi olan Allah’tır. İnsanlığa yol gösterici olarak indirdiği kitabında, insanı kendi yaratılışını düşünmeye davet eder:

İnsan önceden, hiçbir şey değilken, gerçekten bizim onu yaratmış bulunduğumuzu (hiç) düşünmüyor mu? (Meryem Suresi, 67)

http://harunyahya.org/tr/Makaleler/9194/Hayatin-gercek-kokeni-Yaratilis