İnsanın Evrimi İddiası Hangi Yanılgılara Dayanıyor?

Darwin, insanlarla maymunların ortak bir atadan geldikleri iddiasını, 1871 yılında yayınlanan İnsanın Türeyişi (Descent of Man) adlı kitabında öne sürmüştü. O zamandan bu yana da Darwin”in yolunu izleyenler bu iddiayı desteklemeye çalıştılar. Ancak yapılan tüm araştırmalara rağmen, başta fosiller alanında olmak üzere, “insanın evrimi” iddiası hiçbir somut bilimsel bulgu ile desteklenemedi.

Sokaktaki insan çoğunlukla bu gerçekten habersizdir ve insanın evrimi iddiasının pek çok delille desteklenen somut bir gerçek olduğunu sanır. Bu yanlış kanının nedeni, bu konunun medyada sıkça gündeme getirilmesi ve ispatlanmış bir gerçek gibi sunulmasıdır. Ancak gerçekte konunun uzmanları “insanın evrimi” iddiasının bilimsel bir temeli bulunmadığının farkındadırlar. Harvard Üniversitesi paleoantropologlarından David Pilbeam şöyle demektedir:

Farklı bir bilim dalından zeki bir bilim adamını getirseniz ve ona elimizdeki yetersiz delilleri gösterseniz, kesinlikle “bu konuyu unutun; devam etmek için yeterli delil yok’ diyecektir.182

Paleoantropoloji hakkında önemli bir kitabın yazarı olan William Fix ise şu yorumu yapar:

İnsanın kökeni hakkında hiçbir şüphe duymamamız gerektiğini söyleyen hala sayısız bilim adamı vardır, ancak tek eksiklikleri bir delillerinin olmamasıdır…183

kafatası fosilleri

İnsanın evrimi iddiasının gerçekte bilimsel bir kanıtı yoktur. “Kanıt” olarak ileri sürülenler, bazı fosillerin taraflı olarak yorumlanmasından ibarettir.

“Delili olmayan” bu evrim iddiası, insanın soy ağacını Australopithecus adlı bir maymun türüyle başlatır. İddiaya göre Australopithecus zamanla ayağa kalkmış, beyni büyümüş ve çeşitli aşamalardan geçerek günümüz insanı (Homo sapiens) haline gelmiştir. Ancak fosil bulguları bu senaryoyu desteklememektedir. Her türlü ara form iddiasına rağmen, insan ve maymunlara ait fosil kalıntıları arasında aşılamaz bir sınır vardır. Dahası birbirinin atası olarak gösterilen türlerin gerçekte aynı dönemde yaşamış çağdaş türler oldukları ortaya çıkmıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, One Long Argument adlı kitabında “Özellikle yaşamın ya da Homo sapienler‘in kökeni gibi tarihi (bilmeceler) fazlasıyla zordur ve hatta nihai, tatmin edici bir açıklamaya direnebilir niteliktedir.” diyerek bu gerçeği kabul eder.184

Peki, ama “insanın evrimi” tezinin sözde dayanağı nedir?

Bu sözde dayanak, evrimi savunanlar üzerinde spekülasyon yapabilecekleri fosillerin çokluğudur. Tarih boyunca 6000’den fazla maymun türü yaşamıştır. Bunların çok büyük bir bölümü, nesli tükenerek ortadan kaybolmuştur. Bugün yalnızca 120 kadar maymun türü yeryüzünde yaşamaktadır. İşte, bu 6000 civarındaki nesli tükenmiş maymun türünün fosilleri evrim teorisini savunaanlar için çok zengin bir malzeme kaynağı oluşturur.

Öte yandan insan ırklarının anatomileri arasında da büyük farklılıklar vardır. Özellikle tarih öncesindeki insan ırkları arasındaki farklılıklar çok daha büyüktür. Çünkü zamanın ilerlemesiyle birlikte insan ırkları belirli ölçüde birbirleri ile karışmış ve asimile olmuştur. Buna rağmen, bugün dünya üzerinde yaşayan İskandinavlar, zenciler, pigmeler, eskimolar ya da Avustralya yerlileri arasında dahi önemli farklılıklar görülmektedir.

Evrimci paleoantropologlar tarafından “insanımsı” (hominid) olarak adlandırılan fosillerin ise, gerçekte farklı maymun türlerine ya da kaybolmuş insan ırklarına ait olmadığını gösterecek hiçbir kanıt yoktur. Bir başka deyişle, insan ile maymunlar arasında kalan hiçbir “ara form” örneği bulunmamaktadır.

Bu genel açıklamalardan sonra, şimdi “insanın evrimi” senaryosunun bilimsel bulgularla nasıl çeliştiğini birlikte inceleyelim.

İnsanın Hayali Soy Ağacı

Darwinist teori, bugün yaşayan günümüz insanının maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 5-6 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, günümüz insanı ile ataları arasında birtakım “ara form”ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel “kategori” sayılır:

1Australopithecines (Australopithecus cinsine ait türler)

2— Homo habilis

3— Homo erectus

4— Homo sapiens

Evrimi savunanlar, insanların sözde ilk maymunsu atalarına “güney maymunu” anlamına gelen Australopithecus ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş eski bir maymun türünden başka bir şey değildir. Australopithecus cinsinin çeşitli türleri bulunur; bunların bazıları iri yapılı, bazıları ise daha küçük ve narin yapılı maymunlardır.

İnsan evriminin bir sonraki safhasını da evrimi savunanlar, Homo yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre Homo serisindeki canlılar, Australopithecus‘dan daha gelişmiş canlılardır. Bu türün evriminin en son aşamasında ise, Homo sapiens, yani günümüz insanının oluştuğu öne sürülür.

Evrim yanlısı yayınlarda ve ders kitaplarında yer alan ya da medyada zaman zaman adı geçen “Java Adamı“, “Pekin Adamı“, “Lucy” gibi fosiller de üstte saydığımız dört türden birine dahil edilirler. Bu türlerin de kendi içlerinde alt türleri olduğu kabul edilir.

Ramapithecus gibi bir zamanların çok iddialı ara form adayları ise, sıradan bir maymun olmalarının anlaşılması üzerine, insanın hayali soy ağacından sessiz sedasız çıkarılmışlardır.185

Evrim teorisini savunanlar “Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens” sıralamasını yazarlarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, AustralopithecusHomo habilis ve Homo erectus’un dünyanın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir. Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok yakın zamanlara kadar yaşamışlardır.

“Java’nın en son Homo Erectus‘u: Güneydoğu Asya’daki Homo Sapiensler ile Potansiyel Çağdaşlığı” (Latest Homo Erectus of Java; Potential Contemporaneity with Homo sapiens in Southeast Asia) başlıklı makalede, Java’da bulunan Homo erectus fosillerinin “ortalama yaşlarının 27±2’den 53.3±4 bin yıl öncesi” olduğu ve bunun “H. erectus‘un, Güneydoğu Asya’daki anatomik açıdan günümüz insanlarıyla (H. sapiens) aynı dönemde yaşadığı ihtimalini artırdığı” belirtilmektedir.186

Ayrıca, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (günümüz insanı) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır. Bu ise, elbette bu canlıların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır.

Özetle, tüm bilimsel bulgular ve araştırmalar, evrimi savunanların öne sürdükleri fosillerin bir evrim sürecini göstermediğini ortaya çıkarmıştır. İnsanın ataları olarak öne sürülen fosillerin bir kısmı maymun türlerine, bir kısmı da farklı insan ırklarına aittir.

Peki eldeki fosillerin hangileri insan, hangileri maymundur? Bunların herhangi birisinin gerçekten bir “ara form” sayılabilmesi neden mümkün değildir? Bu soruların cevabını görmek için, söz konusu kategorileri sırayla ele alalım.

Australopithecus

Science et Vie, elveda lucy

“ELVEDA LUCY!”

Bilimsel bulgular, Australopithecus sınıfının en ünlü örneği sayılan “Lucy” hakkındaki evrim yanlısı varsayımları temelsiz bıraktı. Ünlü Fransız bilim dergisi Science et Vie, Şubat 1999 sayısında “Elveda Lucy” (Adieu Lucy) başlığı ile bu gerçeği kabul ediyor ve Australopithecus’un insanın atası sayılamayacağını onaylıyordu.

İlk kategori olan Australopithecus “güney maymunu” anlamına gelir. Bu canlıların ilk olarak Afrika’da 4 milyon yıl kadar önce ortaya çıktıkları ve 1 milyon yıl öncesine kadar da yaşadıkları sanılmaktadır. Australopithecus türleri arasında bazı ayrımlar vardır. Evrim teorisini savunanlar en eski Australopithecus türünün A. afarensis olduğunu varsayarlar. Bundan sonra ise, daha ince kemikli olan A. africanus ile ondan daha büyük kemiklere sahip olanA. robustus gelir. A. boisei bazı araştırmacılara göre ayrı bir tür, bazılarına göre ise A. robustus‘un alt türü olarak kabul edilmektedir.

Australopithecus türlerinin tümü, günümüz maymunlarına benzeyen soyu tükenmiş maymunlardır. Tümünün beyin hacimleri, günümüz şempanzelerininkiyle aynı veya daha küçüktür. Ellerinde ve ayaklarında günümüz maymunlarındaki gibi ağaçlara tırmanmaya yarayan çıkıntılar mevcuttur ve ayakları dallara tutunmak için kavrayıcı özelliklere sahiptir. Boyları kısadır (en fazla 130 cm) ve aynı günümüz maymunlarındaki gibi erkekAustralopithecus dişisinden çok daha iridir. Kafataslarındaki yüzlerce ayrıntı, birbirine yakın gözler, sivri azı dişleri, çene yapısı, uzun kollar, kısa bacaklar gibi birçok özellik, bu canlıların günümüz maymunlarından farklı olmadıklarını gösteren delillerdir.

Bu konudaki evrimci iddia ise, Australopithecus‘ların, tam bir maymun anatomisine sahip olmalarına rağmen, diğer tüm maymunların aksine, insanlar gibi dik olarak yürüdükleri tezidir.

Söz konusu “dik yürüme” iddiası, Richard Leakey, Donald Johanson gibi evrimci paleoantropologların on yıllardır savundukları bir görüştür. Ama pek çok bilim adamı,Australopithecus‘un iskelet yapısı üzerinde sayısız araştırma yapmış ve bu iddianın geçersizliğini ortaya koymuştur. İngiltere ve ABD’den dünyaca ünlü iki anatomist, Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard’ın, Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar bu canlıların iki ayaklı olmadıklarını, günümüz maymunlarınınkiyle aynı hareket şekline sahip olduklarını göstermiştir. İngiliz hükümetinin desteğiyle, beş uzmandan oluşan bir ekiple bu canlıların kemiklerini on beş yıl boyunca inceleyen Lord Zuckerman, kendisi de evrim teorisini benimsemesine rağmen, Australopithecuslar‘ın sadece sıradan bir maymun türü oldukları ve kesinlikle dik yürümedikleri sonucuna varmıştır.187 Bu konudaki araştırmalarıyla ünlü diğer evrimci anatomist Charles E. Oxnard da Australopithecus‘un iskelet yapılarını günümüz orangutanlarınınkine benzetmektedir.188

Australopithecus

Australopithecus türleri, kafataslarının yanı sıra iskelet yapıları yönünden de günümüz maymunlarına büyük benzerlik gösterirler. Yandaki çizimdeki bedenin sol tarafı şempanze, sağ tarafı ise A. afarensis iskeletini göstermektedir. Çizimi yapan antropoloji profesörü Adrienne L. Zhilman, bu iki canlının iskelet yapılarının çok benzer olduklarını vurgular.

Australopithecus robustus

Australopithecus robustus türüne ait bir kafatası. Günümüz maymunlarına çok büyük bir benzerlik gösteriyor.

Australopithecus‘un insanın atası sayılamayacağı, son dönemde evrimci kaynaklar tarafından da kabul edilmektedir. Ünlü Fransız bilim dergisi Science et Vie, Mayıs 1999 sayısında bu konuyu kapak yapmıştır. Australopithecus afarensis türünün en önemli fosil örneği sayılan Lucy’i konu alan dergi, “Adieu Lucy” (Elveda Lucy) başlığını kullanarak Australopithecus türü maymunların insanın soy ağacından çıkarılması gerektiğini yazmıştır. St W573 kodlu yeni birAustralopithecus fosili bulgusuna dayanarak yazılan makalede, şu cümleler yer almaktadır:

Yeni bir teori Australopithecus cinsinin insan soyunun kökeni olmadığını söylüyor… St W573’ü incelemeye yetkili tek kadın araştırmacının vardığı sonuçlar, insanın atalarıyla ilgili güncel teorilerden farklı; hominid soy ağacını yıkıyor. Böylece bu soy ağacında yer alan insan ve doğrudan ataları sayılan primat cinsi büyük maymunlar hesaptan çıkarılıyor… Australopithecuslar ve Homo türleri (insanlar) aynı dalda yer almıyorlar, Homo türlerinin (insanların) doğrudan ataları, hala keşfedilmeyi bekliyor.189

Australopithecus afarensis

A. AFARENSIS ve ŞEMPANZE

Yukarıda Australopithecus afarensis AL 444-2 fosilinin kafatası, altta ise günümüz şempanzesinin kafatası yer alıyor. Aradaki çok açık benzerlik, A. afarensis‘in, hiçbir “insansı” özelliği olmayan sıradan bir maymun türü olduğunun açık bir göstergesi.

şempaze fosili

Homo habilis

Australopithecus‘un iskelet ve kafatası yapılarının şempanzelerden neredeyse farksız oluşu ve canlıların dik yürüdükleri iddiasının da sağlam kanıtlarla çürütülmesi, evrimci paleoantropologları oldukça zor durumda bırakmıştır. Çünkü hayali evrim şemasında Australopithecus‘dan sonra Homo erectus gelir.Homo erectus, isminin başındaki “homo” yani “insan” teriminden de anlaşıldığı gibi bir insan grubudur ve iskeleti de tamamen diktir. Kafatası hacmiAustralopithecus‘un iki katı kadardır. Şempanze benzeri bir maymun türü Australopithecus‘dan, günümüz insanından farksız bir iskelete sahip olan Homo erectus‘a geçmek ise, evrimci teoriye göre bile mümkün değildir. Dolayısıyla “bağlantı”lar, yani “ara form”lar gerekir. İşte Homo habilis kavramı, bu zorunluluktan doğmuştur.

Homo habilis sınıflandırması 1960’lı yıllarda ailece “fosil avcısı” olan Leakey’ler tarafından ortaya atıldı. Leakey’lere göre, Homo habilis olarak sınıflandırdıkları bu yeni tür canlı, dik yürüme yeteneğine, göreceli olarak büyük bir beyin hacmine, taştan ve tahtadan alet kullanma yeteneğine sahipti. Bu sebeple insanın atası olabilirdi.

Fred Spoor

Fred Spoor

Australopithecus ve Homo habilis sınıflamalarına dahil edilen maymunların dik yürüdükleri yönündeki iddia, Fred Spoor’un yönetiminde yapılan iç kulak analizleri tarafından yalanlanmıştır. Spoor ve ekibi, iç kulaktaki denge merkezlerini karşılaştırarak yaptıkları incelemelerde, her iki sınıflamanın da günümüz maymunlarına benzer bir hareket biçimine sahip olduğunu göstermiştir.

Oysa 80’li yılların ortalarından sonra bulunan aynı türe ait yeni fosiller, bu görüşü tamamen değiştirecekti. Yeni bulunan fosillere dayanan Bernard Wood ve Loring Brace gibi araştırmacılar, bunların, “alet kullanabilen insan” anlamına gelen Homo habilis yerine, “alet kullanabilen Güney Afrika maymunu” anlamına gelen Australopithecus habilis olarak sınıflandırılması gerektiğini söylediler. Çünkü Homo habilisAustralopithecus ismi verilen maymunlarla birçok ortak özellikler taşıyordu. Aynı Australopithecus gibi uzun kollu, kısa bacaklı ve maymunsu bir iskelet yapısına sahipti. El ve ayak parmakları tırmanmaya uyumluydu. Çene yapıları tamamen günümüz maymunlarınınkine benziyordu. 630 cc.’lik beyin hacimleri de bunların birer maymun olduklarının bir göstergesiydi. Kısacası bazı evrimciler tarafından bir ara form olarak gösterilen Homo habilis, gerçekte tüm diğer Australopithecuslar gibi soyu tükenmiş bir maymundu.

KNM-ER 1472, uyluk kemiği fosili

KNM-ER 1472 Uyluk kemiği. Bu uyluk kemiği, günümüz insanınkinden farksızdır. Bu kemiğin Homo habilis fosilleriyle aynı tabakada, ancak birkaç kilometre ötede bulunmuş olması, Homo habilis’in iki ayaklı bir canlı olduğu gibi yanlış bir yoruma yol açmıştı. 1987 yılında bulunan OH 62 fosili ise Homo habilis’in hiç de sanıldığı gibi iki ayaklı bir canlı olmadığını gösterdi. Bugün çok sayıda bilim adamı Homo habilis sınıflamasının, Australopithecus’a çok benzer bir maymun türü olduğunu kabul etmektedir.

İlerleyen yıllarda yapılan araştırmalar, Homo habilis‘in gerçekten de Australopithecus‘tan farklı bir canlı olmadığını ortaya koydu. 1984 yılında Tim White tarafından bulunan ve OH62 ismi verilen iskelet ve kafatası fosili, bu türün günümüz maymunlarınınki gibi küçük beyin hacmine, dallara tırmanmaya yarayan uzun kollara ve kısa bacaklara sahip olduğunu gösterdi.

Amerikalı antropolog Holly Smith’in 1994 yılında yaptığı detaylı analizler de yine Homo habilis‘in aslında “homo” yani insan değil, maymun olduğunu gösterdi. Smith, AustralopithecusHomo habilisHomo erectus ve Homo neandertalensis türlerinin dişleri üzerinde yaptığı analizler hakkında şöyle diyordu:

Dişlerin gelişimi ve yapısı kriterine dayanarak yaptığımız analizler, Australopithecus ve Homo habilis türlerinin Afrika maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını, ancak Homo erectus ve Neandertal türlerinin günümüz insanlarıyla aynı yapıya sahip olduğunu göstermektedir.190

Aynı yıl Fred Spoor, Bernard Wood ve Frans Zonneveld adlı üç anatomi uzmanı, çok farklı bir yöntemle yine aynı sonuca ulaştılar. Bu yöntem, insan ve maymunların iç kulaklarında yer alan ve denge sağlamaya yarayan yarı-çembersel kanalların karşılaştırmalı analizine dayanıyordu. Spoor, Wood ve Zonneveld vardıkları sonucu şöyle özetlediler:

Fosil hominidler arasında, günümüz insanı morfolojisini gösteren ilk tür Homo erectus’tur. Tersine, güney Afrika’dan gelen ve Australopithecus ve Paranthropus olarak yorumlanan kafatasındaki yarı dairesel kanal boyutları, günümüze kadar yaşayan büyük maymunlara benzemektedir.191

Stw 53 adındaki Homo habilis örneği üzerinde incelemeler yapan Spoor, Wood ve Zonneveld, “Stw 53’ün, Australopithecineler‘den daha az iki ayaklı davranışları gösterdiğini” buldular. Bu H. habilis örneğinin Australopithecus türünden çok daha fazla maymuna benzediği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla söz konusu bilim adamları, Stw 53’ün “Australopithecineler ve H. erectus‘da görülen morfolojiler arasında ara geçiş olması mümkün değildir.” sonucuna vardılar.192

Bu bulgu çok önemli iki sonucu göstermektedir:

(1) Homo habilis adıyla anılan fosiller, gerçekte “homo” yani insan sınıflamalarına değil, Australopithecus (maymun) sınıflamalarına dahildir.

(2) Hem Homo habilis hem de Australopithecus türleri, eğik yürüyen, yani maymun iskeletine sahip canlılardır. İnsanlarla ilgileri yoktur.

Homo rudolfensis Hakkındaki Yanılgı

Richard Leakey

Richard Leakey, Homo rudolfensis konusunda hem kendisini, hem de paleoantropoloji dünyasını yanılttı.

Homo rudolfensis terimi, 1972 yılında bulunan birkaç fosil parçasına verilen isimdir. Söz konusu fosil parçaları Kenya’daki Rudolf nehri civarında bulunduğu için, bu fosilin temsil ettiği varsayılan türe de Homo rudolfensis adı verilmiştir. Çoğu paleoantropolog ise bu fosillerin aslında ayrı bir türe ait olmadığını, Homo rudolfensis denen canlının da aslında bir Homo habilis, yani bir maymun türü olduğunu kabul etmektedir.

Fosilleri bulan Richard Leakey, 2.8 milyon yıl yaş biçtiği ve “KNM-ER 1470” olarak adlandırdığı kafatasını antropoloji tarihinin en büyük buluşu gibi tanıtmış ve büyük yankı uyandırmıştı.Australopithecus gibi küçük bir kafatası hacmi olan, ancak insansı bir yüze sahip bulunan canlı, Leakey’e göre, Australopithecus ile insan arasındaki kayıp halkaydı. Ancak bir süre sonra anlaşılacaktı ki, KNM-ER 1470 kafatasının bilimsel dergilere kapak olan “insansı” yüzü, gerçekte kafatası parçalarını birleştirirken yapılan -belki de kasıtlı- hataların sonucuydu. İnsan yüzü anatomisi üzerinde çalışmalar yapan Prof. Tim Bromage, 1992 yılında bilgisayar simülasyonları yardımıyla ortaya çıkardığı bu gerçeği şöyle özetler:

KNM-ER 1470’in rekonstrüksiyonu yapılırken, yüz, aynı günümüz insanlarında olduğu gibi, kafatasına neredeyse tam paralel bir biçimde inşa edilmişti. Oysa yaptığımız incelemeler, yüzün kafatasına daha eğimli bir biçimde inşa edilmiş olmasını gerektirmektedir. Bu ise, aynıAustralopithecus‘da gördüğümüz maymunsu yüz özelliğini meydana getirir.193

Bu konuda evrimci paleoantropolog J. E. Cronin de şöyle der:

Kaba olarak biçimlendirilmiş yüz, düşük kafatası genişliği ve büyük azı dişler gibi ilkel özellikler, KNM-ER 1470’in Australopithecus ile paylaştığı ilkel özelliklerdir… KNM-ER 1470, diğer erkenHomo örnekleri gibi, öteki ince yapılı Australopithecus‘la birçok yapısal ortak özellik taşır. Bu özellikler, diğer geç Homo örneklerinde (yani Homo erectus‘ta) bulunmaz.194

Michigan Üniversitesi’nden C. Loring Brace ise, çene ve diş yapısı üzerinde yaptığı analizlerde 1470 kafatası hakkında yine aynı sonuca varmıştır: “Çenenin büyüklüğü ve azı dişlerinin kapladığı yerin genişliği, ER 1470’in tam anlamıyla bir Australopithecus yüz ve dişlerine sahip olduğunu göstermektedir.”195

KNM-ER 1470 üzerinde en az Leakey kadar incelemede bulunmuş olan John Hopkins Üniversitesi paleoantropoloğu Prof. Alan Walker da, bu canlının Homo erectus ya da Homo rudolfensis gibi bir “homo” yani insan türüne dahil edilmemesi, aksine Australopithecus sınıfına sokulması gerektiğini savunmaktadır.196

Kısacası, Australopithecus ile Homo erectus arasında bir geçiş formu gibi gösterilmeye çalışılan Homo habilis ya da Homo rudolfensis gibi sınıflamalar tamamen hayalidir. Bu canlılar bugün çoğu araştırmacının kabul ettiği gibi, Australopithecus serisinin birer üyesidirler. Bütün anatomik özellikleri, bu canlıların birer maymun türü olduklarını göstermektedir.

Bu gerçek, Bernard Wood ve Mark Collard adlı iki evrimci antropoloğun 1999 yılında Science dergisinde yayınlanan incelemeleriyle daha da belirgin hale gelmiştir. Wood ve Collard, Homo habilis ve Homo rudolfensis (Skull 1470 türü) kategorilerinin hayali olduğunu, aslında bu kategorilere dahil edilen fosillerin Australopithecus sınıflaması içinde incelenmesi gerektiğini şöyle açıklamışlardır:

Daha yakın zamanda, fosil türleri, mutlak beyin hacmi, dil yeteneği konusundaki çıkarımlar ve el fonksiyonu ve taştan aletler yapma becerileri konusundaki kurgular gibi temellere dayanılarak, Homo kategorisine dahil edilmiştir. Birkaç istisna haricinde, bu (Homo) cinsinin insan evrimi içindeki tanımı ve kullanımı ve Homo‘nun sınırının belirlenişi, sanki sorunsuz bir olgu gibi kabul edilmiştir. Ama… yeni bulgular, mevcut bulgulara getirilen yeni yorumlar ve paleoantropolojik kayıtlar üzerindeki kısıtlamalar, sınıflamaları Homo cinsine dahil etmek için kullanılan kriterleri geçersiz hale getirmektedir… Pratikte, fosilleşmiş hominid türleri, Homo kategorisine, dört temel kriterden biri veya daha fazlasına göre dahil edilmektedir… Oysa şimdi açık hale gelmiştir ki, bu kriterlerin hiçbiri tatminkar değildir. Kafatası hacmi problemlidir, çünkü mutlak beyin kapasitesinin biyolojik bir önemi olduğu varsayımı tartışmalıdır. Aynı şekilde, konuşma fonksiyonunun beynin genel görünümünden güvenilir şekilde çıkarsanamayacağına dair oldukça tatmin edici kanıtlar vardır ve beynin konuşma ile ilgili bölgelerinin, daha önceki çalışmaların ima ettiğinin aksine lokalize olmadığına dair kanıtlar vardır…

Bir başka deyişle, H. habilis ve H. rudolfensis‘e ait fosil bulguları eklendiğinde, Homo cinsi iyi bir cins değildir. Dolayısıyla, H. habilis ve H. rudolfensis,Homo cinsinden çıkarılmalıdır… Şu an için, hem H. habilis‘in hem de H. rudolfensis‘in Australopithecus cinsine geçirilmesini öneriyoruz.197

Wood ve Collard’ın vardığı sonuç, anlattığımız gerçeği doğrulamaktadır: Tarihte “ilkel insan ataları” yoktur. Bu şekilde gösterilen canlılar, gerçekteAustralopithecus kategorisine dahil edilmeleri gereken maymunlardır. Fosil kayıtları, bu soyu tükenmiş maymunlar ile fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkanHomo yani insan türü arasında hiçbir evrimsel ilişki olmadığını göstermektedir.

Homo erectus

Evrimcilerin hayali şemasına göre Homo türünün kendi içindeki evrimi şöyledir: Önce Homo erectus, sonra Homo sapiens archaic ve Neandertal (Homo sapiens neanderthalensis) insanı, sonra da Cro-magnon Adamı (Homo sapiens sapiens). Oysa bu sınıflamaların hepsi, gerçekte sadece özgün insan ırklarıdır. Aralarındaki fark, bir eskimo ile bir zenci ya da bir pigme ile Avrupalı arasındaki farktan daha büyük değildir.

Homo erectus, kafataslarıMalezya yerlisi

Homo erectus kafataslarında bulunan büyük kaş çıkıntıları, geriye doğru eğimli alın yapısı gibi özellikler, günümüzde yaşayan bazı ırklarda da görülür. Yandaki Malezya yerlisinde olduğu gibi.

Öncelikle evrimcilerin en ilkel insan türü saydıkları Homo erectus‘u inceleyelim. “Erect” terimi “dik” demektir. Homo erectus ise “dik yürüyen insan” anlamına gelir. Evrimciler bu insanları, “erect” sıfatı ile öncekilerden ayırmak zorunda kalmışlardır. Çünkü eldeki tüm Homo erectus fosilleri,Australopithecus ya da Homo habilis örneğinde görülmediği kadar diktir. Günümüz insanının iskeleti ile Homo erectus iskeleti arasında hiçbir fark yoktur.

Evrimcilerin Homo erectus‘u “ilkel” saymaktaki en önemli dayanakları ise, kafatası hacminin (900-1100 cc) günümüz insanının ortalamasından küçüklüğü ve kalın kaş çıkıntılarıdır. Oysa bugün de dünyada Homo erectus‘la aynı kafatası ortalamasında pek çok insan yaşamaktadır (örneğin pigmeler) ve bugün de çeşitli ırklarda kaş çıkıntıları vardır. (örneğin Avusturalya yerlileri Aborijinler’de)

Homo erectus, kafatası

10 BİN YILLIK HOMO ERECTUSLAR

10 Ekim 1967’de Avustralya Victoria’daki Kow Swamp gölü yakınında bulunan bu iki kafatasına Kow Swamp I ve Kow Swamp V adları verildi.

Fosilleri bulan Alan Thorne ve Philip Macumber, bunları birer Homo sapiens kafatası olarak yorumladılar.Oysa bu kafatasları çok büyük oranda Homo erectus özellikleri gösteriyorlardı. Homo sapiens olarak tanımlanmalarının tek nedeni ise, 10 bin yıl olduğu hesaplanan yaşlarıydı. Evrimciler, günümüz insanından 500 bin yıl önce yaşamış ilkel bir “tür” olarak tanımladıkları Homo erectuslar’ın, bundan 10 bin sene önce yaşayan bir insan ırkı olduğu gerçeğini kabul etmek istememişlerdi.

Homo erectus, kafatası

Kafatası hacmi farklılığının zeka ve beceri yönünden hiçbir fark oluşturmadığı ise, bilinen bir gerçektir. Zeka, beynin hacmine göre değil, beynin kendi içindeki organizasyonuna göre değişir.198

Homo erectus‘u dünyaya tanıtan fosiller, her ikisi de Asya’da bulunan Pekin Adamı ve Java Adamı fosilleriydi. Ancak zamanla bu iki kalıntının da güvenilir olmadıkları anlaşıldı. Pekin Adamı, sadece alçıdan yapılmış ve aslı kaybolmuş modellerden ibaretti, Java Adamı ise bir kafatası parçası ile ondan metrelerce uzakta bulunmuş bir leğen kemiğinden oluşuyordu ve bunların aynı canlıya ait olduğuna dair hiçbir gösterge yoktu. Bu nedenle Afrika’da bulunan Homo erectus fosilleri giderek daha fazla önem kazandı. (Bu arada, Homo erectus olarak tanımlanan fosillerin bir kısmının, bazı evrimciler tarafından Homo ergaster adlı ikinci bir sınıflamaya dahil edildiğini de belirtmek gerekir. Bu konuda aralarında anlaşmazlık vardır. Biz söz konusu fosillerin hepsini Homo erectus sınıflaması içinde ele alacağız.)

Turkana Çocuğu iskeleti Turkana Çocuğu iskeleti

HOMO ERECTUS ve ABORİJİN

Soldaki Turkana Çocuğu iskeleti, bugüne kadar bulunmuş en eksiksiz Homo erectus örneğidir. İlginç olan 1.6 milyon yıllık bu fosilin iskeleti ile günümüz insanı arasında hiçbir belirgin farklılığın olmayışıdır. Özellikle de üstteki Aborijin yerlisi fosili, Turkana Çocuğu’na çok benzemektedir. Bu durum, Homo erectus’un herhangi bir “ilkel” özelliği bulunmayan özgün bir insan ırkı olduğunu bir kez daha göstermektedir.

Afrika’da bulunan Homo erectus örneklerinin en ünlüsü, Kenya’daki Turkana Gölü yakınlarında bulunan “Turkana Çocuğu” fosilidir. Bu fosilin sahibinin 12 yaşında bir çocuk olduğu ve büyüdüğü zaman yaklaşık 1.83 m boyunda olacağı saptanmıştır. Fosilin dik iskelet yapısı günümüz insanından farksızdır. Amerikalı paleoantropolog Alan Walker, “ortalama bir patoloğun bu fosilin iskeletiyle, günümüz insanı iskeletini birbirinden ayırmasının çok güç olduğunu” söyler. Walker kafatasını gördüğünde güldüğünü, çünkü kafatasının “bir Neandertal kafatasına aşırı derecede benzediğini” yazar.199 Neandertaller biraz sonra inceleyeceğimiz gibi günümüz insanın bir ırkıdırlar. Dolayısıyla Homo erectus da yine günümüz insanın bir ırkıdır.

Nitekim evrimci paleoantropolog Richard Leakey bile Homo erectus’un günümüz insanı ile olan farklılığının ırksal farklılıktan öte bir anlam taşımadığını şöyle ifade eder:

Herhangi bir kişi farklılıkları fark edebilir: Kafatasının biçimi, yüzün açısı, kaş çıkıntısının kabalığı vs. Ancak bu farklılıklar bugün değişik coğrafyalarda yaşamakta olan insan ırklarının birbirleri arasındaki farklılıklardan daha fazla değildir. Böyle bir varyasyon, topluluklar birbirlerinden uzun zaman aralıklarında ayrı tutuldukları zaman ortaya çıkar.200

Connecticut Üniversitesi’nden Prof. William Laughlin, Eskimolar ve Aleut Adaları insanları üzerinde uzun yıllar anatomik incelemeler yapmış ve bu insanlar ileHomo erectus’un şaşırtıcı derecede birbirlerine benzediklerini görmüştür. Laughlin’in vardığı sonuç, tüm bu ırkların gerçekte Homo sapiens türüne (günümüz insanına) ait farklı ırklar olduğudur:

Homo Erectus

HOMO ERECTUS’UN DENİZCİLİK KÜLTÜRÜ

“Antik denizciler: İlk insanlar sandığımızdan daha akıllıydılar”. New Scientist dergisinde yayınlanan 14 Mart 1998 tarihli bu makaleye göre evrimcilerin Homo erectus ismini verdikleri insanlar, günümüzden 700 bin yıl önce gemicilik yapıyorlardı. Gemi yapabilecek bilgi, teknoloji ve kültüre sahip insanların ilkel sayılmaları elbette ki mümkün değildir.

Hepsi Homo sapiens türüne ait olan Eskimolar ve Avustralya yerlileri gibi uzak gruplar arasındaki büyük farklılıkları dikkate aldığımızda, Homo erectus‘un da kendi içinde farklılıklar taşıyan bu türe (Homo sapiens‘e) ait olduğu sonucuna varmak çok mantıklı gözükmektedir.201

 Homo erectus‘un yapay bir sınıflama olduğu, Homo erectus kategorisine dahil edilen fosillerin gerçekte Homo sapiens‘ten ayrı bir tür sayılacak kadar farklılık taşımadığı, son yıllarda bilim dünyasında giderek daha fazla dile getirilmektedir. American Scientist dergisinde, bu konudaki tartışmalar ve 2000 yılında bu konuda yapılan bir konferansın sonucu şöyle özetlenmektedir:

Senckenberg konferansına katılanların çoğu, Michigan Üniversitesi’nden Milford Wolpoff, Canberra Üniversitesi’nden Alan Thorne ve meslektaşları tarafından başlatılan ve Homo erectus‘un taksonomik statüsünü ele alan ateşli tartışmaya dahil oldular. Bunlar (Wolpoff ve Thorn) güçlü bir şekilde, Homo erectus‘un bir tür olarak geçerliliği bulunmadığını, tamamen ortadan kaldırılması gerektiğini savundular. Homo cinsinin tüm üyeleri, 2 milyon yıl öncesinden günümüze kadar, varyasyona oldukça açık ve geniş alanlara yayılmış tek bir tür, yani Homo sapiens türüydü onlara göre, ve bu tür içinde doğal kırılmalar ve alt bölünmeler bulunmuyordu. Konferansın konusu, Homo erectus‘un var olmadığıydı.202

Üstteki tezi savunan bilim adamlarının vardığı sonuç, “Homo erectusHomo sapiens‘ten farklı bir tür değil, Homo sapiens içindeki bir ırktır” şeklinde de özetlenebilir. Bir insan ırkı olan Homo erectus ile “insanın evrimi” senaryosunda kendisinden önce gelen maymunlar (AustralopithecusHomo habilis veHomo rudolfensis) arasında ise büyük bir uçurum vardır. Yani fosil kayıtlarında beliren ilk insanlar, evrim süreci olmadan, aynı anda ve aniden ortaya çıkmışlardır.

Neandertaller: Anatomileri ve Kültürleri

evrimci müzeler

GERÇEĞE KARŞI PROPAGANDA

Fosil bulguları Neandertal insanının bize göre hiçbir “ilkel” yönü bulunmayan bir insan ırkı olduğunu göstermesine rağmen, Neandertaller hakkında kurulmuş olan evrimci ön yargılar değişmiyor. Neandertal insanları, hala bazı evrimci müzelerde, yanda olduğu gibi “maymun adam” olarak resmediliyorlar. Bu, Darwinizm’in bilimsel bulgulara değil, ön yargı ve propagandaya dayandığının bir göstergesidir

Neandertaller (Homo neanderthalensis) bundan 100 bin yıl önce Avrupa’da aniden ortaya çıkmış ve yaklaşık 35 bin yıl önce de yine hızlı ve sessiz bir biçimde yok olmuş -ya da diğer ırklarla karışarak asimile olmuş- insanlardır. Günümüz insanından tek farkları, iskeletlerinin biraz daha güçlü ve kafatası ortalamalarının biraz daha yüksek olmasıdır.

Neandertaller bir insan ırkıdır ve bugün artık bu gerçek hemen herkes tarafından kabul edilmektedir. Bazı evrimci paleoantropologlar bu insanları çok uzun zaman “ilkel bir tür” olarak kabul etmiş, ama bulgular Neandertal insanının bugün sokakta yürüyen herhangi bir “yapılı” insandan daha farklı olmadığını göstermiştir. Bu konuda önde gelen bir otorite sayılan New Mexico Üniversitesi’nden paleoantropolog Erik Trinkaus şöyle yazar:

Neandertal kalıntıları ve günümüz insanı kemikleri arasında yapılan ayrıntılı karşılaştırmalar göstermektedir ki, Neandertallerin anatomisinde ya da hareket, alet kullanımı, zeka seviyesi veya konuşma kabiliyeti gibi özelliklerinde günümüz insanlarından aşağı sayılabilecek hiçbir şey yoktur.203

Bu nedenle günümüzde birçok araştırmacı, Neandertal insanını günümüz insanının bir alt türü olarak tanımlayarak Homo sapiens neandertalensis demektedir.

Öte yandan fosil bulguları, Neandertallerin ileri bir kültüre de sahip olduklarını göstermektedir. Bunun en ilginç örneklerinden biri, Neandertal insanları tarafından yapılmış olan fosilleşmiş bir flüttür. Bir ayının uyluk kemiğinden yapılmış olan söz konusu flüt, arkeolog Ivan Turk tarafından 1995 Temmuz’unda Kuzey Yugoslavya’daki bir mağarada bulunmuştur. Daha sonra da bir müzikolog olan Bob Fink, flütü analiz etmiştir. Fink, karbon testine göre yaşının 43.000 ile 67.000 yıl arasında olduğu düşünülen bu aletin, 4 nota çıkardığını ve flütte yarım tonlar ve tam tonların da olduğunu tespit etmiştir. Bu keşif, Neandertallerin Batı müziğinin temel formu olan yedi nota ölçüsünü kullandıklarını göstermektedir. Flütü inceleyen Fink, “eski flütün üzerindeki ikinci ve üçüncü delikler arasındaki mesafenin, üçüncü ve dördüncü delikler arasındaki mesafenin iki katı” olduğunu belirtmektedir. Bunun anlamı birinci mesafenin tam notayı, ona komşu olan mesafenin de yarım notayı temsil ettiğidir. “Bu üç nota inkar edilemez bir şekilde diatonik bir ölçekteki gibi ses çıkarır” diyen Fink, Neandertallerin müzik kulağı ve bilgisi olan insanlar olduğunu belirtmektedir.204

Diğer bazı fosil bulguları, Neandertallerin ölülerini gömdüklerini, hastalarına baktıklarını, kolye ve benzeri takı eşyaları kullandıklarını göstermektedir.205

Öte yandan fosil kazıları sırasında Neandertal insanları tarafından kullanıldığı tespit edilen 25 bin yıllık bir dikiş iğnesi de bulunmuştur. Kemikten yapılmış olan bu iğne son derece düzgündür ve iplik geçirilmesi için açılmış bir deliğe sahiptir.206 Elbette dikiş iğnesine ihtiyaç duyacak bir giyim-kuşam kültürüne sahip olan insanlar “‘ilkel” sayılamazlar.

Neandertallerin alet yapma yetenekleri hakkında yapılan en iyi araştırma New Mexico Üniversitesi’nde antropoloji ve arkeoloji profesörü olan Steven L. Kuhn ve Mary C. Stiner’a aittir. İki bilim adamı da evrim teorisini savunmalarına rağmen, yaptıkları arkeolojik araştırmalar ve analizler sonucu, İtalya’nın güneybatı sahilindeki mağaralarda binlerce yıl yaşamış olan Neandertallerin, günümüz insanı gibi kompleks bir düşünce yapısı gerektiren faaliyetlerde bulunduklarını ortaya koymuşlardır.207

Kuhn ve Stiner bu mağaralarda çeşitli aletler bulmuşlardır. Buluntular, mızrak uçları da dahil olmak üzere kesici türden sivri uçludur ve dikkatli bir şekilde çakmak taşının kenarlarındaki katmanların yontulmasıyla yapılmıştır. Böyle sivri uçlar meydana getirecek şekilde katmanları yontmak, kuşkusuz zeka ve beceri gerektiren bir işlemdir. Bu işlemdeki en önemli problemlerden biri, kayaların ucundaki baskılar sonucu meydana gelen kırılmalardır. Bu yüzden işlemi yapan kişi, bir dahaki sefere uçları doğru muhafaza edebilmek için “ne kadar vurmalıyım” ya da eğri bir alet yapıyorsa “ne kadar eğriltmem gerekir” diye karar vermek ve kendi kendine ince bir hesap yapmak durumundadır.

Neandertal

NEANDERTAL: BİR İNSAN IRKI

Yanda, İsrail’de bulunan Homo sapiens neanderthalensis, Amud 1 kafatası yer alıyor. Fosilin sahibinin 1.80 m boyunda olduğu tahmin edilmektedir. Beyin hacmi ise bugüne kadar rastlanılanların en büyüğüdür: 1.740 cc. Altta ise, Neandertal ırkına ait bir fosil iskelet ve bu iskeletin sahibi tarafından kullanıldığı sanılan bir taş alet yer almaktadır. Elde edilen bu ve benzeri bulgular, Neandertallerin zaman içinde kaybolmuş özgün bir insan ırkı olduklarını göstermektedir.

California Üniversitesi’nden Margaret Conkey, Neandertallerden önceki dönemlere ait olan aletlerin dahi ne yaptığının bilincinde olan zeki topluluklar tarafından yapıldığını şöyle anlatmaktadır:

Arkaik insanların elleriyle yaptıkları nesnelere bakacak olursanız, hiç de acemi işi şeyler olmadıklarını görürsünüz. Arkaik insanlar kullandıkları malzemenin nasıl bir şey olduğunu ve nasıl bir dünyada yaşadıklarının bilincindedirler.208

Kısacası, bilimsel bulgular, Neandertallerin zeka ve kültür düzeyi yönünden bizlerden farkı olmayan bir insan ırkı olduğunu göstermektedir. Bu ırk, diğer ırklarla karışıp asimile olarak ya da bilinmeyen bir şekilde tükenerek tarih sahnesinden çekilmiştir. Ama hiçbir şekilde “ilkel”, “yarı maymun” vs. değildir.

Neandertallerin dikiş iğnesi

NEANDERTALLERİN DİKİŞ İĞNESİ

Neandertal insanının günümüzden on binlerce yıl önce giyim-kuşam bilgisine sahip olduğunu gösteren ilginç bir fosil: 26 bin senelik iğne. (D. Johanson, B. Edgar, From Lucy to Language, s. 99)

Neandertallerin flütü

NEANDERTALLERİN FLÜTÜ

Neandertal insanına ait kemikten yapılmış flüt. Bu flüt üzerinde yapılan hesaplamalar, deliklerin doğru notalarda ses verecek biçimde açıldığını, yani bunun son derece ustaca tasarlanmış bir enstrüman olduğunu göstermiştir. Üstte Bob Fink adlı araştırmacının flütle ilgili hesapları görülüyor. Bu gibi bulgular, evrimci propagandanın aksine, Neandertal insanlarının ilkel mağara adamları değil, medeni bir insan ırkı olduğunu göstermektedir. (The AAAS Science News Service, Neanderthals Lived Harmoniously, 3 Nisan 1997)

Homo sapiens archaic, Homo heilderbergensis ve Cro-Magnon

Cro-magnon kafatası

Tipik bir Cro-magnon kafatası

Homo sapiens archaic, hayali evrim şemasının günümüz insanından bir önceki basamağını oluşturur. Aslında bu insanlar hakkında evrimciler açısından söylenecek bir şey yoktur, zira bunlar günümüz insanından ancak çok küçük farklılıklarla ayrılırlar. Hatta bazı araştırmacılar, bu ırkın temsilcilerinin günümüzde hala yaşamakta olduklarını söyleyerek Avustralyalı Aborijin yerlilerini örnek gösterirler. Aborijin yerlileri de aynı bu ırk gibi kalın kaş çıkıntılarına, içeri doğru eğik bir çene yapısına ve biraz daha küçük bir beyin hacmine sahiptirler. Ayrıca çok yakın bir geçmişte Macaristan’da ve İtalya’nın bazı köylerinde bu insanların yaşamış olduklarına dair çok ciddi bulgular ele geçirilmiştir.

Evrimci literatürde Homo heilderbergensis olarak tanımlanan sınıflandırma ise, aslında Homo sapiens archaic‘le aynı şeydir. Aynı insan ırkını tanımlamak için bu iki ayrı kavramın da kullanılmasının nedeni, evrimciler arasındaki görüş farklılıklarıdır. Homo heilderbergensis sınıflamasına dahil edilen tüm fosiller ise, anatomik olarak günümüz Avrupalılarına çok benzeyen insanların günümüzden 500 bin, hatta 740 bin yıl önce İngiltere’de ve İspanya’da yaşadıklarını göstermektedir.

Cro-magnon sınıflaması ise, 30.000 yıl önceye kadar yaşadığı tahmin edilen bir ırktır. Kubbe şeklinde bir kafatasına, geniş bir alına sahiptir. 1600 cc’lik kafatası hacmi, günümüz insanının ortalamasından fazladır. Kafatasında kalın kaş çıkıntıları vardır ve arka kısımda, Neandertal Adamı’nın ve Homo erectus‘un karakteristik özelliği olan kemiksi çıkıntı bulunmaktadır.

Avrupalı bir ırk olarak kabul edilmesine karşın, Cro-magnon kafatasının yapısı ve hacmi, günümüzde Afrika ve tropik iklimlerde yaşayan bazı ırklara fazlasıyla benzemektedir. Bu benzerliğe dayanarak, Cro-magnon’un Afrika kökenli eski bir ırk olduğu tahmin edilir. Diğer bazı paleoantropolojik bulgular, Cro-magnon ve Neandertal ırklarının birbirleri ile kaynaşarak, günümüzdeki bazı ırklara temel oluşturduklarını göstermektedir.

Sonuç itibariyle, bu insanların hiçbiri “ilkel tür”ler değildir. Tarih içinde yaşamış veya diğer ırklara karışıp asimile olarak ya da soyları tükenip yok olarak tarih sahnesinden çekilmiş farklı insan ırklarıdır.

Evrim Ağacının Çöküşü

Şimdiye kadar incelediklerimiz bize açık bir tablo oluşturdu: “İnsanın evrimi” senaryosu tümüyle hayali bir kurgudur. Çünkü böyle bir soy ağacının var olması için, maymunlarla ortak bir atadan insanlara aşamalı bir evrim yaşanmış ve bunun fosillerinin bulunmuş olması gerekir. Oysa maymunlarla insanlar arasında açık bir uçurum vardır. İskelet yapıları, kafatası hacimleri, dik ya da eğik yürüme kriterleri gibi özellikler, insan ile maymunun arasını açıkça ayırmaktadır. (En son olarak 1994 yılında iç kulaktaki denge kanalları üzerinde yapılan incelemelerin de Australopithecus ve Homo habilis‘i maymun sınıfına, Homo erectus‘u ise insan sınıfına ayırdığına değinmiştik.)

Bu farklı türler arasında bir soy ağacı olamayacağını gösteren çok önemli bir başka bulgu ise, birbirlerinin atası olarak gösterilen türlerin aynı anda ve birarada yaşamış olmalarıdır! Eğer evrimcilerin iddia ettikleri gibi Australopithecus zamanla Homo habilis‘e, onlar da zamanla Homo erectus‘a dönüşmüş olsalardı, bu türlerin yaşadıkları dönemlerin de birbirini izlemesi gerekirdi. Oysa aksine, böyle bir kronolojik sıralama yoktur.

Evrimcilerin kendi hesaplamalarına göre, Australopithecus 4 milyon yıl öncesinden 1 milyon yıl öncesine kadar yaşamıştır. Homo habilis olarak sınıflandırılan canlıların ise 1,7-1,9 milyon yıl öncesinde yaşadıkları hesaplanmaktadır. Homo habilis‘ten daha “ileri” olduğu söylenen Homo rudolfensis için biçilen yaş ise, 2.5-2.8 milyon yıl kadar eskidir! Yani Homo rudolfensis, “atası” olması gereken Homo habilis‘ten neredeyse 1 milyon yıl daha yaşlıdır. Öte yandan Homo erectus‘un yaşı 1.6-1.8 milyon yıl kadar geri gitmektedir. Yani Homo erectus örnekleri de, sözde ataları olan Homo habilis sınıflamasıyla yaklaşık aynı zaman diliminde ortaya çıkmışlardır.

Alan Walker, “Doğu Afrika’da Australopithecus bireyleri ile Homo habilis ve Homo erectus türlerinin aynı anda yaşadıklarına dair kesin deliller vardır” diyerek bu gerçeği doğrular.209 Louis Leakey, Olduvai Gorge bölgesindeki Bed II katmanında AustralopithecusHomo habilis ve Homo erectus fosillerini neredeyse yan yana bulmuştur.210

Elbette böyle bir soy ağacı olamaz. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de evrim teorisini benimsemesine karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:

Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler.211

Homo erectus‘tan Homo sapiens‘e doğru ilerlediğimizde de yine ortada bir soy ağacı olmadığını görürüz. Homo erectus‘un ve Homo sapiens archaic‘in günümüzden 27.000 yıl öncesine, hatta 10.000 yıl öncesine kadar yaşamlarını sürdürmüş olduklarını gösteren bulgular vardır. Avustralya’da Kow Bataklığı’nda 13 bin yıllık Homo erectus kafatasları bulunmuştur.212

Bu konuda ortaya çıkan en şaşırtıcı bulgulardan biri de, 1996 yılında Java’da bulunan 30 bin yıllık Homo erectus, Neandertal ve Homo sapiens fosilleridir. The New York Times gazetesi bu fosiller hakkında ön sayfadan verdiği haberinde, “Birkaç on yıl öncesine kadar, bilim adamları insanın gelişimini, bir türden bir diğerine doğru giden doğrusal bir çizgi olarak görüyorlardı. Ve iki türün aynı dönemde ya da bölgede birlikte bulunmasının imkansız olduğu düşünülüyordu.” diye yazmıştır.213 Söz konusu bulgu, insanın kökeni hakkında ortaya atılan “evrim ağacı”nın tutarsızlığını bir kez daha sergilemektedir.

Homo sapiens’in Gizli Tarihi

Tüm bu incelediklerimizin yanında, hayali evrim soy ağacını temelinden yıkan en önemli ve şaşırtıcı gerçek ise, Homo sapiens‘in, yani günümüz insanının tarihinin hiç umulmadık kadar geriye gitmesidir. Paleontolojik bulgular, bundan neredeyse bir milyon yıl öncesinde, bize tıpatıp benzeyen Homo sapiensinsanlarının yaşadıklarını göstermektedir.

Discoverİspanya Atapuerca’da bulunan yüz kemiği, günümüz insanlarıyla aynı yüz yapısına sahip insanların 800 bin yıl öncesinde de yaşadıklarını gösteriyordu.yüz kemiği

Bu konudaki ilk bulgular, ünlü evrimci paleoantropolog Louis Leakey’e aitti. Leakey, 1932 yılında Kenya’da Victoria gölü yakınlarındaki Kanjera bölgesinde anatomik olarak günümüz insanından farkı olmayan, Orta Pleistosen Devri’ne ait birkaç tane fosil buldu. Ancak Orta Pleistosen Devri, bundan bir milyon yıl öncesi demekti.214 Bu bulgular evrim soy ağacını tepetaklak ettiği için diğer bazı evrimci paleoantropologlar tarafından reddedildi. Ama Leakey, hesaplarının doğru olduğunu her zaman için savundu.

Bu tartışma unutulmaya başlamıştı ki, 1995 yılında İspanya’da bulunan bir fosil, Homo sapiens‘in tarihinin sanıldığından çok daha eski olduğunu çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkardı. Söz konusu fosil, Madrid Üniversitesi’nden üç İspanyol paleoantropolog tarafından İspanya’daki Atapuerca adı verilen bölgedeki Gran Dolina mağarasında bulundu. Fosil, günümüz insanıyla tamamen aynı görünüme sahip 11 yaşındaki bir çocuğa ait bir insan yüzü parçasıydı. Ancak çocuk öleli tam 800 bin yıl olmuştu. Discover dergisi, Aralık 1997 sayısında, konuya geniş yer verdi.

Bu fosil, Gran Dolina araştırma ekibinin başı Arsuaga Ferreras’ın bile insanın evrimi hakkındaki inançlarını sarsmıştı. Ferreras, şöyle diyordu:

kafatasları

Atapuerca’da bulunan fosilden yola çıkılarak yeniden inşa edilen kafatası (solda) ile günümüz insanına ait kafatası (sağda) olağanüstü derecede benzerdir. .

Büyük, geniş, şişkin, yani anlayacağınız ilkel bir şeyle karşılaşmayı umuyorduk. 800.000 yıl yaşındaki bir çocuktan beklentimiz, Turkana Çocuğu gibi bir şey olmasıydı. Ama bizim bulduğumuz bütünüyle modern bir yüzdü… Bunlar sizi sarsan türden şeyler: Fosil bulmak değil, tamam fosil bulmak da beklenmedik ve güzel bir olay. Fakat, en etkileyici olanı bugüne ait olduğunu düşündüğünüz bir şeyi geçmişte bulmanız. Bu bir anlamda, Gran Dolina’da kasetçalar bulmak gibi bir şey. Böyle bir şey çok şaşırtıcı olurdu elbette. Alt Pleistosen tabakalarında teypler, kasetler bulmayı beklemiyoruz, ancak 800 bin yıllık “modern” bir yüz bulmak da bunun gibi bir şey. Onu gördüğümüzde çok şaşırmıştık.215

Bu fosil, Homo sapiens‘in tarihinin 800 bin yıl kadar geriye götürülmesi gerektiğine işaret ediyordu. Ama fosili bulan evrimciler, ilk şoku atlattıktan sonra, bu fosilin başka bir türe ait olduğuna karar verdiler. Çünkü evrim soy ağacına göre 800 bin yıl önce Homo sapiens‘in yaşamamış olması gerekiyordu. Bu yüzden Homo antecessor adlı hayali bir tür oluşturdular ve Atapuerca kafatasını bu sıralamaya dahil ettiler.

Kulübeler ve Ayak İzleri

Şimdiye kadar ele geçen pek çok bulgu, Homo sapiens‘in tarihinin 800 bin yıldan bile çok daha eski olduğunu gösteriyordu. Bunlardan birisi, yine Louis Leakey’in 1970’lerin başında Olduvai Gorge’daki bulgularıydı. Leakey buradaki Bed II katmanında AustralopithecusHomo habilis ve Homo erectus türlerinin aynı anda birarada yaşadıklarını tespit etmişti. Ancak bundan da ilginç olan, Leakey’in aynı katmanda (Bed II) bulduğu bir yapıydı. Leakey, burada, taştan yapılmış bir kulübenin kalıntılarını bulmuştu. Olayın en garip yönü ise, Afrika’nın bazı bölgelerinde hala kullanılan bu yapıların sadece Homo sapienslertarafından yapılmış olabileceğiydi! Yani, Leakey’in bulgularına göre, AustralopithecusHomo habilisHomo erectus ve günümüz insanı, bundan yaklaşık 1.7 milyon yıl önce birarada yaşamış olmalıydılar.216 Bu gerçek, elbette, günümüz insanlarının Australopithecus olarak tanımlanan maymunlardan evrimleştiğini öne süren evrim teorisini kesin biçimde geçersiz kılıyordu.

Aslında şimdiye dek günümüz insanlarının izlerini 1.7 milyon yıldan bile daha geriye götüren bulgular ele geçti. Bu bulguların en önemlisi, Mary Leakey tarafından 1977 yılında Tanzanya’nın Laetoli bölgesinde bulunan ayak izleriydi. Bu izler, 3.6 milyon yıl yaşında olduğu hesaplanan bir tabakanın üzerindeydi ve en önemlisi, günümüz insanının bırakacağı ayak izlerinden tamamen farksızdı.

Mary Leakey’in bulduğu bu ayak izleri daha sonra Don Johanson ve Tim White gibi ünlü paleoantropologlar tarafından da incelendi. Varılan sonuçlar aynıydı. White şöyle yazıyordu:

Hiç kuşkunuz olmasın… Bunlar günümüz insanının ayak izlerinden tamamen farksız. Eğer bu izler bugün bir California plajında olsalardı ve bir çocuğa bunların ne olduğu sorulsaydı, hiç tereddüt etmeden burada bir insanın yürüdüğünü söylerdi. Bunları, kumsalda yer alan diğer yüzlerce insan ayak izinden ayırt edemezdi. Dahası, siz de ayırt edemezdiniz.217

insan ayak izleri

Tanzanya Laetoli’deki 3.6 milyon yıllık insan ayak izleri.

Kuzey California Üniversitesi’nden Louis Robins ise, ayak izlerini inceledikten sonra şöyle diyordu:

Ayağın kemeri yüksektir, ufak olan kişinin ayak kemeri benimkisinden bile daha yüksektir, yani parmaklar insan parmaklarıyla aynı şekilde yeri kavramaktadırlar. Bunu başka hayvan formlarında göremezsiniz.218

Ayak izlerinin morfolojik yapısı üzerinde yapılan incelemeler, bunun bir insan, hem de günümüz insanı (Homo sapiens) izi olarak kabul edilmesi gerektiğini tekrar tekrar gösteriyordu. İzleri inceleyen Russell Tuttle, şöyle yazıyordu:

Bu izler, çıplak ayaklı bir Homo sapiens tarafından bırakılmış olmalıdır… Yapılan tüm morfolojik incelemeler, bu izleri bırakan canlının ayağının, günümüz insanlarınkinden farklı olmadığını göstermektedir.219

Tarafsız incelemeler, ayak izlerinin gerçek sahiplerini de tanımladı: Ortada, 10 yaşındaki bir insanın 20 tane ve daha küçük yaşta birinin de 27 tane fosilleşmiş ayak izi vardı. Ve bunlar, kesinlikle, bizim gibi normal insanlardı.

Bu durum, Laetoli izlerini on yıllar boyu tartışma konusu haline getirdi. Evrimci paleoantropologlar, insanın 3.6 milyon yıl önce yeryüzünde yürüyebildiğini kabul edememenin sıkıntısı içinde, bir açıklama yapmaya çalıştılar. 90’lı yıllarda bu “açıklama” şekillendi. Evrimciler bu izlerin bir Australopithecustarafından bırakılmış olması gerektiğine karar verdiler; çünkü bundan 3.6 milyon yıl önce bir Homo türünün yaşamış olması -teorilerine göre- mümkün değildi! Russell Tuttle, 1990 tarihli bir makalesinde şöyle yazıyordu:

Sonuçta, Laetoli G bölgesindeki 3.5 milyon yıllık ayak izleri bugünkü günümüz insanlarının izlerine çok benzemektedir. Bulgu, bu izleri bırakan canlıların bizden daha kötü ya da farklı yürüyen bir canlı olduğunu göstermemektedir. Eğer bu izler bu kadar eski olmasalardı, bunların da bizim gibi bir Homo türü tarafından bırakıldıklarını hiç tartışmasız kabul edebilirdik… Ama yaş sorunu nedeniyle, bu izlerin Lucy fosili ile aynı türe, yani Australopithecus afarensistürüne ait bir canlı tarafından bırakıldığı varsayımını kabul etmek durumundayız.220

Kısacası, 3.6 milyon yıl yaşında olduğu söylenen bu ayak izlerinin Australopithecus‘a ait olması imkansızdı. Ayak izlerinin Australopithecus tarafından yapıldığının düşünülmesinin nedeni ise sadece, fosillerin bulunduğu ve 3.6 milyon yıl yaş biçilen volkanik tabakaydı. Bu kadar eski bir tarihte insanların yaşamış olamayacağı düşünülerek, izler Australopithecus‘a atfedilmişti.

Laetoli izleri hakkında yapılan bu yorumlar, bizlere çok önemli bir gerçeği göstermektedir. Evrimciler, teorilerini bilimsel bulgulara dayanarak değil, bilimsel bulgulara rağmen savunmaktadırlar! Ortada ne olursa olsun, körü körüne savunulan bir teori vardır ve ele geçirilen her aleyhte bulgu, bu teoriye uydurulmak için çarpıtılmakta ya da görmezden gelinmektedir.

Kısacası, evrim teorisi bilimsel bir teori değildir. Bilime rağmen yaşatılan bir dogmadır.

Son Kanıt: Sahelanthropus tchadensis ve Evrim Ağacının Çöküşü

Evrim teorisinin insanın kökeni hakkındaki iddialarını yıkan en son bulgu ise, 2002 yazında Orta Afrika ülkesi Çad’da bulunan ve Sahelanthropus tchadensisadı verilen fosil oldu.

Bu fosil, Darwinizm dünyasını birbirine kattı. Dünyaca ünlü Nature dergisi, fosili duyuran haberinde, “Bulunan yeni kafatası, insanın evrimi hakkındaki düşüncelerimizi tamamen batırabilir.” itirafında bulundu.221

AL 666-1: 2.3 MİLYON YILLIK İNSAN ÇENESİ

AL 666-1 fosili 1994 yılında Etiyopya Hadar’da A. afarensis fosilleriyle beraber bulundu. 2.3 milyon yıllık bir tarih konulan bu çene tamamen Homo sapiensözellikleri gösteriyordu.

AL 666-1, ne beraber bulunduğu A. afarensis çenelerine, ne de 1.75 milyon yıl yaşındaki Homo habilis çenesine benziyordu. Bu iki türün çeneleri dar ve dörtgen biçimindeki yapılarıyla günümüz maymunlarınınkinin benzerleriydi.

Oysa AL 666-1 fosilinin “Homo” (insan) türüne ait olduğu kesindi.

Evrimci paleoantropologlar bu gerçeği kabul etmekte, ancak yine de bu konuda kesin bir tanımlama yapmaktan kaçınmaktadırlar. Çünkü bu çene için hesapladıkları 2.3 milyon yıllık yaş, “Homo”, yani insan türü için belirledikleri yaşın çok üzerindedir.

çene fosili

AL 666-1: 2.3 milyon yıllık Homo sapiens (insan) çenesi
AL 666-1’in yandan görünüşü.

Homo sapiens çenesi

AL 222-1: Üstteki AL 666-1 fosiliyle aynı döneme ait A. afarensis çenesi
AL 222-1’in yandan görünüşü. İki çenenin yandan görünüşleri fosiller arasındaki farkı daha iyi yansıtır.
AL 222-1 çenesi çıkıktır ve öne doğru uzamıştır. Bu tümüyle maymunsu bir özelliktir. Üstteki AL 666-1 çenesi ise, tam bir insan çenesidir.

Harvard Üniversitesi’nden Daniel Lieberman, bu yeni bulgunun “küçük bir nükleer bomba kadar etkili olacağı”nı söyledi.222

Bunun nedeni, bulunan fosilin 7 milyon yıl yaşında olmasına rağmen, “insanın en eski atası” olduğu iddia edilen ve 5 milyon yıl yaşındaki Australopithecustürü maymunlardan (evrimcilerin bugüne kadar temel aldıkları kıstaslara göre) daha “insansı” bir yapıya sahip olmasıydı. Bu durum, gerçekte hepsi soyu tükenmiş maymun türleri arasında, son derece subjektif ve ön yargılı olan “insana benzerlik” kriterlerine göre kurulan evrimsel ilişkilerin tamamen hayali olduğunu gösteriyordu.

John Whitfield, 11 Temmuz 2002 tarihli Nature dergisinde yayınlanan “Oldest Member of Human Family Found” başlıklı makalesinde, George Washington Ünivesitesi’nden evrimci antropolog Bernard Wood’dan alıntı yaparak bu görüşü doğruluyordu:

ÇAĞDAŞ İNSAN IRKLARINDAKİ KAFATASI FARKLILIKLARI

Evrimci paleoantropologlar, Homo erectusHomo sapiens neanderthalensisHomo sapiens archaic gibi farklı insan fosillerini, evrimin farklı halkalarını oluşturan türler olarak gösterirler. Buna dayanak olarak da, söz konusu fosillerin kafatası yapılarındaki farklılıkları öne sürerler. Oysa söz konusu farklılıklar, şimdiye dek yaşamış ve bazıları kayıp veya asimile olmuş insan ırkları arasındaki ayrımlardan ibarettir. Zamanla insan ırkları birbirleri ile daha çok kaynaştıkça, bu farklılıklar da azalmıştır.

Buna rağmen, günümüzde yaşayan insan ırkları arasında hala oldukça dikkat çekici farklılıklar gözlemlenmektedir. Bu sayfalarda görülen ve hepsi çağdaş insanlara (Homo sapiens sapiens‘e) ait kafatasları bu farklılıklara birer örnektir. Geçmişte yaşamış ırklar arasındaki buna benzer yapısal farklılıkları evrime delil olarak göstermek ise, taraflı bir yorumdan başka bir şey değildir.

kafatasları

15. yüzyılda yaşamış bir Peru yerlisi
Bengalli orta yaşlı bir erkek
Güney Doğu Asya’daki Solomon Adaları’nda 1893 yılında ölen bir erkek

kafatasları

25-30 yaşlarında bir Alman erkek
35-45 yaşlarında Zaireli bir erkek
35-40 yaşlarındaki bir erkek Eskimo

Üniversiteye başladığım 1963 yılında, insanın evrimi bir merdiven gibi görülüyordu. Bu merdivenin basamakları, maymundan insana doğru ilerleyen ve her aşaması bir öncekinden daha az maymunsu olan bir seri ara formdan meydana geliyordu… Ama şimdi insanın evrimi (karmakarışık) bir çalıya benziyor… Fosillerin birbirleriyle nasıl bir ilişkisi olduğu ve herhangi birisinin gerçekten insanın atası olup olmadığı hala tartışmalı.223

Yeni bulunan maymun fosili konusunda Nature dergisinin editörü ve önde gelen bir paleoantropolog olan Henry Gee’nin yaptığı yorumlar da son derece önemliydi. Gee, The Guardian gazetesinde yayınlanan yazısında, fosil üzerinde yapılan tartışmalara değiniyor ve şöyle yazıyordu:

Sonuç ne olursa olsun, bu kafatası, bir kez daha ve kesin olarak göstermiştir ki, eskiden beri kabul edilen (insanla maymun arasındaki) ‘kayıp halka’ düşüncesi saçmadır… Şu an çok açık olarak görülmelidir ki, zaten her zaman için son derece sallantılı olan kayıp halka düşüncesi, artık tamamen geçerliliğini yitirmiştir.224

İki Ayaklılık Sorunu

Şimdiye kadar ele aldığımız tüm fosil kayıtlarının yanı sıra, insanlarla maymunlar arasındaki aşılamaz anatomik uçurumlar da insanın evrimi masalını geçersiz kılar. Bu uçurumların biri, yürüyüş şeklidir.

İnsan iki ayağı üzerinde dik yürür. Bu, başka hiçbir canlıda rastlanmayan, çok özel bir hareket şeklidir. Diğer bazı hayvanlar ise iki ayaklı olarak sınırlı bir hareket kabiliyetine sahiptirler. Ayı ve maymun gibi hayvanlar ender olarak (örneğin bir yiyeceğe ulaşmak istediklerinde) iki ayakları üzerinde kısa süreli hareket edebilirler. Normalde öne eğik bir iskelete sahiptirler ve dört ayakla yürürler.

Peki acaba iki ayaklılık evrimcilerin iddia ettikleri gibi maymunların dört ayaklı yürüyüşünden mi evrimleşmiştir?

maymun iskeleti1 – kürek kemiği, 2 – sekrum eklemi, 3 – ilye kemiği, 4 – uyluk kemiği, 5 – leğen kemiği

İnsan iskeleti dik yürümeye uygun olarak yaratılmıştır. Maymun iskeleti ise, öne eğik yapısı, kısa bacakları ve uzun kolları ile dört ayaklı bir hareket biçimine uygundur. Bu iki yapı arasında bir “geçiş formu” oluşması ise, bu geçiş formunun verimsizliği nedeniyle mümkün değildir.

maymunlar

Maymunların el ve ayakları, ağaçlarda yaşamaya uygun bir biçimde kıvrıktır.

Hayır… Araştırmalar göstermiştir ki, iki ayaklılığın evrimi hiçbir zaman gerçekleşmemiştir, gerçekleşmesi de mümkün değildir. Öncelikle iki ayaklılık evrimsel bir avantaj değildir. Zira, maymunların hareket şekli insanın iki ayaklı yürüyüşünden daha kolay, hızlı ve verimlidir. İnsan ne bir şempanze gibi ağaçlar arasında daldan dala atlayarak ilerleyebilir, ne de bir çita gibi saatte 125 km hızla koşabilir. Aksine insan, iki ayağı üzerinde yürüdüğü için, yerde çok daha yavaş bir biçimde hareket edebilir ve bu nedenle doğadaki canlıların en savunmasızlarından biridir. Dolayısıyla, evrimin kendi mantığına göre, maymunların iki ayaklı yürümeye yönelmelerinin hiçbir anlamı yoktur. Aksine, evrime göre insanlar dört ayaklı hale gelmelidirler.

Evrimci iddianın bir diğer çıkmazı ise, iki ayaklılığın Darwinizm’in “aşama aşama gelişme” modeline kesinlikle uymamasıdır. Evrimin temelini oluşturan bu model, evrimin bir aşamasında iki ayaklılıkla dört ayaklılık arasında “karma” bir yürüyüş olmasını zorunlu kılar. Oysa İngiliz paleoantropolog Robin Crompton, 1996 yılında bilgisayar yardımıyla yaptığı araştırmalarda bu çeşit bir “karma” yürüyüşün imkansız olduğunu göstermiştir. Crompton’un vardığı sonuç şudur:Bir canlı ya tam dik ya da tam dört ayağı üzerinde yürüyebilir.225 Bu ikisinin arası bir yürüyüş biçimi, enerji kullanımının aşırı derecede artması nedeniyle mümkün olmamaktadır. Bu yüzden yarı-iki ayaklı bir canlı var olması mümkün değildir.

İnsanla maymun arasındaki uçurum, sadece iki ayaklılıkla sınırlı değildir. Beyin kapasitesi, konuşma yeteneği gibi diğer pek çok özellik de evrimciler tarafından asla açıklanamamaktadır. Evrimci paleoantropolog Elaine Morgan şu itirafta bulunur:

İnsanlarla (insanın evrimiyle) ilgili en önemli dört sır şunlardır:

1) Neden iki ayak üzerinde yürüdüler? 2) Neden vücutlarındaki yoğun kılları kaybettiler? 3) Neden bu denli büyük beyinler geliştirdiler? 4) Neden konuşmayı öğrendiler?

Bu sorulara verilecek standart cevaplar şöyledir: 1) Henüz bilmiyoruz. 2) Henüz bilmiyoruz. 3) Henüz bilmiyoruz. 4) Henüz bilmiyoruz. Sorular çok daha artırılabilir, ama cevapların tekdüzeliği hiç değişmeyecektir.226

Evrim: Bilim Dışı Bir İnanç

Lord Solly Zuckerman, İngiltere’nin en ünlü bilim adamlarından biridir. On yıllar boyunca fosiller üzerinde çalışmış, pek çok araştırma yürütmüş, hatta bu araştırmaları nedeniyle kendisine “Lord” ünvanı verilmiştir. Zuckerman bir evrimcidir, yani evrim konusunda yaptığı yorumların kasıtlı olarak aleyhte olabileceği düşünülemez. Fakat, insanın evrimi senaryosuna yerleştirilen fosilleri on yıllar boyunca inceledikten sonra, ortada gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.

Zuckerman bir de ilginç bir “bilim skalası” yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman’ın bu tablosuna göre en “bilimsel” -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en “bilim dışı” sayılan kısımda ise, Zuckerman’a göre, telepati, altıncı his gibi “duyum ötesi algılama” kavramları ve bir de “insanın evrimi” vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:

Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara -yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki, teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür.227

İnsanın kökeni konusundaki ünlü yayınlardan biri olan Discovering Archeology dergisinde ise, derginin editörü Robert Locke tarafından yazılan makalede “insanın atalarını aramak, ışıktan çok ısı veriyor” denmekte ve ünlü evrimci paleoantropolog Tim White’ın şu itirafı aktarılmaktadır:

Bugüne dek cevaplayamadığımız sorulardan dolayı hepimiz hüsrana uğramış durumdayız.228

Yazıda, evrim teorisinin insanın kökeni konusunda içinde bulunduğu açmaz ve bu konuda yürütülen propagandanın temelsizliği şöyle anlatılmaktadır:

Belki de bilimin hiçbir alanı insanın kökenini bulma çabalarından daha fazla tartışmalı değildir. Seçkin paleontologlar insan soy ağacının en temel hatları üzerinde bile anlaşmazlık içindeler. Yeni dallar büyük patırtı ile oluşturulur, ancak yeni fosil bulguları karşısında geçerliliğini kaybedip yok olurlar.229

Aynı gerçek, ünlü Nature dergisinin editörü Henry Gee tarafından da yakın zaman önce kabul edilmiştir. Gee, 1999 yılında yayınlanan In Search of Deep Timeadlı kitabında “insanın evrimi ile ilgili 5 ila 10 milyon yıl öncesine ait tüm fosil kanıtlarının küçük bir kutuya sığabilecek kadar az olduğunu” söyler. Gee’nin bundan vardığı sonuç ilginçtir:

Ata-torun ilişkilerine dayalı insan evrimi şeması, tamamen gerçeklerin sonrasında yaratılmış bir insan icadıdır ve insanların ön yargılarına göre şekillenmiştir… Bir grup fosili almak ve bunların bir akrabalık zincirini yansıttıklarını söylemek, test edilebilir bilimsel bir hipotez değil, ama gece yarısı masallarıyla aynı değeri taşıyan bir iddiadır -eğlendirici ve hatta belki yönlendiricidir-, ama bilimsel değildir.230

Görüldüğü gibi evrim teorisinin dayanağı, bu teoriyi destekleyen herhangi bir bilimsel bulgu değil, bu teoriye körü körüne inanmış bazı bilim adamlarıdır. Bu bilim adamları, hiçbir bilimsel temeli olmamasına rağmen, evrim efsanesine hem kendileri inanmakta, hem de kendileriyle işbirliği içindeki medyayı kullanarak kitleleri inandırmaktadırlar. İlerleyen sayfalarda evrim adına yapılan bu söz konusu yanıltıcı propagandanın birkaç örneğini inceleyeceğiz.

Rekonstrüksiyon Yanılgısı

Evrimciler, teorilerini destekleyecek bilimsel deliller bulma konusunda başarısız olsalar da, bir konuda oldukça başarılıdırlar: Propaganda. Bu propagandanın en önemli unsuru ise “rekonstrüksiyon” adı verilen sahte çizimlerdir.

Rekonstrüksiyon “yeniden inşa” demektir ve sadece bir kemik parçası bulunmuş olan canlının resminin ya da maketinin yapılmasıdır. Gazetelerde, dergilerde, filmlerde gördüğünüz “maymun adam”ların her biri birer rekonstrüksiyondur.

Ancak insanın kökeni ile ilgili fosil kayıtları çoğu zaman dağınık ve eksik oldukları için, bunlara dayanarak herhangi bir tahminde bulunmak, bütünüyle hayal gücüne dayalı bir iştir. Bu yüzden evrimciler tarafından fosil kalıntılarına dayanılarak yapılan rekonstrüksiyonlar, tamamen evrim ideolojisinin gereklerine uygun olarak tasarlanırlar. Harvard Üniversitesi antropologlarından David Pilbeam, “Benim uğraştığım paleoantropoloji alanında daha önce edinilmiş izlenimlerden oluşmuş teori, daima gerçek verilere baskın çıkar.” derken bu gerçeği vurgular.231 İnsanlar görsel yoldan daha kolay etkilendikleri için amaç onları, hayal gücüyle rekonstrüksiyonu yapılmış yaratıkların geçmişte gerçekten yaşadığına inandırabilmektir.

Rekonstrüksiyon çizimler

Rekonstrüksiyon çizimler, sadece evrimcilerin hayal gücünü yansıtır, bilimsel bulguları değil…

Burada bir noktaya dikkat etmek gerekir: Kemik kalıntılarına dayanılarak yapılan çalışmalarda sadece eldeki objenin çok genel özellikleri ortaya çıkarılabilir. Oysa asıl belirleyici ayrıntılar, zaman içinde kolayca yok olan yumuşak dokulardır. Evrime inanmış bir kimsenin bu yumuşak dokuları istediği gibi şekillendirip ortaya hayali bir yaratık çıkarması çok kolaydır. Harvard Üniversitesi’nden Earnst A. Hooten bu durumu şöyle açıklar:

Yumuşak kısımların tekrar inşası çok riskli bir girişimdir. Dudaklar, gözler, kulaklar ve burun gibi organların altlarındaki kemikle hiçbir bağlantıları yoktur. Örneğin bir Neandertal kafatasını aynı yorumla bir maymuna veya bir filozofa benzetebilirsiniz. Eski insanların kalıntılarına dayanarak yapılan canlandırmalar hemen hiçbir bilimsel değere sahip değillerdir ve toplumu yönlendirmek amacıyla kullanılırlar… Bu sebeple rekonstrüksiyonlara fazla güvenilmemelidir.232

Evrimciler bu konuda o denli ileri gitmektedirler ki, aynı kafatasına birbirinden çok farklı yüzler yakıştırabilmektedirler. Australopithecus robustus(Zinjanthropus) adlı fosil için çizilen birbirinden tamamen farklı üç ayrı rekonstrüksiyon, bunun ünlü bir örneğidir.

Fosillerin taraflı yorumlanması ya da hayali rekonstrüksiyonlar yapılması, evrimcilerin aldatmacaya ne denli yoğun biçimde başvurduklarını gösteren deliller arasında sayılabilir. Ancak bunlar, evrim teorisinin tarihinde rastlanan bazı somut sahtekarlıklarla karşılaştırıldıklarında, yine de çok sıradan kalmaktadırlar.

Medyada ve akademik kaynaklarda sürekli olarak telkin edilen “maymun insan” imajını destekleyecek hiçbir somut fosil delili yoktur. Evrimciler, ellerine fırça alıp hayali yaratıklar çizerler, ama bu canlıların fosillerinin olmayışı, onlar için büyük bir sorundur. Bu sorunu “çözmek” için kullandıkları ilginç yöntemlerden biri ise, bulamadıkları fosilleri “üretmek” olmuştur. Bilim tarihinin en büyük skandalı olan Piltdown Adamı, işte bu yöntemin bir örneğidir.

Piltdown Adamı Skandalı

Piltdown Adamı fosili

Piltdown Adamı fosili, 40 yıl boyunca insanın evrimi iddiasının en büyük delili olarak kabul edildi. Evrimci fosil bilimciler, kafatasında pek çok “evrimsel kanıt” buldukları iddiasındaydılar. Fosilin bir sahtekarlık örneği olduğu ise sonradan ortaya çıktı.

Ünlü bir doktor ve aynı zamanda da amatör bir paleontolog olan Charles Dawson, 1912 yılında, İngiltere’de Piltdown yakınlarındaki bir çukurda, bir çene kemiği ve bir kafatası parçası bulduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Çene kemiği maymun çenesine benzemesine rağmen, dişler ve kafatası insanınkilere benziyordu. Bu örneklere “Piltdown Adamı” adı verildi, 500 bin yıllık bir tarih biçildi ve çeşitli müzelerde insan evrimine kesin bir delil olarak sergilendi. 40 yılı aşkın bir süre, üzerine birçok bilimsel makale yazıldı, yorumlar ve çizimler yapıldı. Dünyanın farklı üniversitelerinden 500’ü aşkın akademisyen, Piltdown Adamı üzerine doktora tezi hazırladı.233 Ünlü Amerikalı paleoantropolog H. F. Osborn da 1935’te British Museum’u ziyaretinde, “doğa sürprizlerle dolu; bu, insanlığın tarih öncesi devirleri hakkında önemli bir buluş” diyordu.234

1949’da ise British Museum’un paleontoloji bölümünden Kenneth Oakley yeni bir yaş belirleme metodu olan “flor testi” metodunu, eski bazı fosiller üzerinde denemek istedi. Bu yöntemle, Piltdown Adamı fosili üzerinde de bir deneme yapıldı. Sonuç çok şaşırtıcıydı. Yapılan testte Piltdown Adamı’nın çene kemiğinin hiç flor içermediği anlaşıldı. Bu, çene kemiğinin toprağın altında birkaç yıldan fazla kalmadığını gösteriyordu. Az miktarda flor içeren kafatası ise, sadece birkaç bin yıllık olmalıydı.

Flor metoduna dayanılarak yapılan sonraki kronolojik araştırmalar, kafatasının ancak birkaç bin yıllık olduğunu ortaya çıkardı. Çene kemiğindeki dişlerin ise suni olarak aşındırıldığı, fosillerin yanında bulunan ilkel araçların ise çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu anlaşıldı. Weiner’in yaptığı detaylı analizlerle bu sahtekarlık 1953 yılında kesin olarak ortaya çıkarıldı. Kafatası 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiği de yeni ölmüş bir orangutana aitti! Dişler, insana ait olduğu izlenimini vermek için sonradan özel olarak eklenmiş ve sıralanmış, eklem yerleri de törpülenmişti. Daha sonra da bütün parçalar, eski görünmeleri için potasyum-dikromat ile lekelendirilmişti. Bu lekeler, kemikler aside batırıldığında kayboluyordu. Sahtekarlığı ortaya çıkaran ekipten Le Gros Clark, “Dişler üzerinde yıpranma izlenimini vermek için, yapay olarak oynanmış olduğu o kadar açık ki, nasıl olur da bu izler dikkatten kaçmış olabilir?” diyerek şaşkınlığını gizleyemiyordu.235 Tüm bunların üzerine Piltdown Adamı, 40 yılı aşkın bir süredir sergilenmekte olduğu British Museum’dan alelacele çıkarıldı.

Nebraska Adamı Skandalı

1922’de, Amerikan Doğa Tarih Müzesi müdürü Henry Fairfield Osborn, Batı Nebraska’daki Yılan Deresi yakınlarında, Plieocen Dönemi’ne ait bir azı dişi fosili bulduğunu açıkladı. Bu diş, iddiaya göre, insan ve maymunların ortak özelliklerini taşımaktaydı. Çok geçmeden konuyla ilgili çok derin bilimsel tartışmalar başladı. Bazıları bu dişi Pithecanthropus erectus olarak yorumluyorlar, bazıları ise bunun insana daha yakın olduğunu söylüyorlardı. Büyük tartışmalar yaratan bu fosile “Nebraska Adamı” adı verildi. “Bilimsel” ismi de hemen üretildi: Hesperopithecus haroldcooki.

Birçok otorite Osborn’u destekledi. Bu tek dişe dayanılarak Nebraska Adamı’nın kafatası ve vücudunun rekonstrüksiyon resimleri çizildi. Hatta daha da ileri gidilerek Nebraska Adamı’nın, eşinin ve çocuklarının doğal ortamda ailece resimleri yayınlandı.

Nebraska Adamı, Henry Fairfeld Osborn

Nebraska Adamı ve “isim babası” Henry Fairfeld Osborn.

Bütün bu senaryolar tek bir dişten üretilmişti. Evrimci çevreler bu “hayali adamı” o derece benimsediler ki, William Bryan isimli bir araştırmacı, tek bir azı dişine dayanılarak bu kadar peşin hükümle karar verilmesine karşı çıkınca, bütün şimşekleri üzerine çekti.

Ancak 1927’de iskeletin öbür parçaları da bulundu. Bulunan yeni parçalara göre bu diş ne maymuna ne de insana aitti. Dişin, Prosthennops cinsinden yabani Amerikan domuzunun soyu tükenmiş bir türüne ait olduğu anlaşıldı. William Gregory, bu yanılgıyı duyurduğu Science dergisinde yayınladığı makalesine şöyle bir başlık atmıştı: “Görüldüğü kadarıyla Hesperopithecus ne maymun ne de insan.”236 Sonuçta Hesperopithecus haroldcooki‘nin ve “ailesi”nin tüm çizimleri alelacele literatürden çıkarıldı.

Sonuç

Evrim teorisini desteklemek uğruna yapılan tüm bu bilimsel sahtekarlıklar ya da ön yargılı değerlendirmeler, bu teorinin bilimsel bir açıklamadan ziyade, bir tür ideoloji olduğunu göstermektedir. Her ideolojinin olduğu gibi, bu ideolojinin de fanatik taraftarları vardır ve bunlar evrimi her ne pahasına olursa olsun ispatlama çabası içindedirler. Ya da teoriye o denli dogmatik bir biçimde bağlanmışlardır ki, ellerine geçen her bulguyu, evrimle hiçbir ilgisi olmasa da, teorinin büyük bir kanıtı olarak algılamaktadırlar. Bu kuşkusuz bilim adına üzücü bir tablodur; çünkü bilim dünyasının temelsiz bir dogma uğruna yanlış yönlendirildiğini gösterir.

İskandinav bilim adamı Søren Løvtrup ise, Darwinism: The Refutation of a Myth adlı kitabında bu konuda şöyle demektedir:

Sanırım herkes, bir bilim dalının tamamının yanlış bir teoriye bağımlı hale gelmesinin çok büyük bir şanssızlık olacağını kabul edecektir. Ancak biyolojide yaşanan şey tam da budur: Uzun bir zamandır insanlar evrimsel konuları Darwinist kavramlarla tartışıyor, “adaptasyon”, “seleksiyon basıncı” ya da “doğal seleksiyon” gibi kavramlarla. Sonra da bu tartışmalarla doğal olayların açıklanmasına katkıda bulunduklarını sanıyorlar. Ama gerçekte hiçbir katkı sağlamıyorlar… İnanıyorum ki, Darwinizm efsanesi bir gün bilim tarihindeki en büyük aldanış olarak tanımlanacaktır.237

Darwinizm’in “bilim tarihindeki en büyük aldanış” olduğunun çok önemli bazı kanıtları da, moleküler biyolojiden gelmektedir.

DİPNOTLAR

182 Richard E. Leakey, The Making of Mankind, Michael Joseph Limited, London, 1981, s. 43.

183 William R Fix,. The Bone Peddlers, Macmillan Publishing Company: New York, 1984, s. 150-153.

184 “Could science be brought to an end by scientists’ belief that they have final answers or by society’s reluctance to pay the bills?” Scientific American, December 1992, p. 20.

185 David Pilbeam, “Humans Lose an Early Ancestor”, Science, Nisan 1982, ss. 6-7

186 C. C. Swisher III, W. J. Rink, S. C. Antón, H. P. Schwarcz, G. H. Curtis, A. Suprijo, Widiasmoro, “Latest Homo erectus of Java: Potential Contemporaneity with Homo sapiens in Southeast Asia”, Science, vol. 274, Number 5294, Issue of 13 Dec 1996, pp. 1870-1874; also see, Jeffrey Kluger, “Not So Extinct After All: The Primitive Homo Erectus May Have Survived Long Enough To Coexist With Modern Humans, Time, December 23, 1996

187 Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970,

s. 75-94.

188 Charles E. Oxnard, “The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt”, Nature, cilt 258, s. 389

189 Isabelle Bourdial, “Adieu Lucy”, Science et Vie, Mayıs 1999, no. 980, s. 52-62.

190 Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, cilt 94, 1994, s. 307-325.

191 Fred Spoor, Bernard Wood & Frans Zonneveld, “Implications of Early Hominid Labyrinthine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion”, Nature, vol. 369, 23 June 1994, p. 645.

192 Fred Spoor, Bernard Wood & Frans Zonneveld, “Implications of Early Hominid Labyrinthine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion”, Nature, vol. 369, 23 June 1994, p. 648.

193 Tim Bromage, New Scientist, cilt 133, 1992, s. 38-41.

194 J. E. Cronin, N. T. Boaz, C. B. Stringer, Y. Rak, “Tempo and Mode in Hominid Evolution”, Nature, Cilt 292, 1981, s. 113-122.

195 C. L. Brace, H. Nelson, N. Korn, M. L. Brace, Atlas of Human Evolution, 2. Baskı, New York: Rinehart and Wilson, 1979.

196 Alan Walker, Scientific American, vol. 239 (2), 1978, s. 54.

197 Bernard Wood, Mark Collard, “The Human Genus”, Science, vol. 284, no. 5411, 2 April 1999, p. 65-71.

198 Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992, s. 136.

199 Marvin Lubenow, Bones of Contention, Grand Rapids, Baker, 1992, s. 83.

200 Boyce Rensberger, The Washington Post, 19 Kasım 1984.

201 Richard Leakey, The Making of Mankind, London: Sphere Books, 1981, s. 62.

202 Pat Shipman, “Doubting Dmanisi”, American Scientist, November-December 2000, p. 491.

203 Erik Trinkaus, “Hard Times Among the Neanderthals”, Natural History, cilt 87, Aralık 1978, s. 10; R. L. Holloway, “The Neanderthal Brain: What Was Primitive”, American Journal of Physical Anthropology Supplement, cilt 12, 1991, s. 94.

204 The AAAS Science News Service, Neandertals Lived Harmoniously, 3 Nisan 1997.

205 Ralph Solecki, Shanidar: The First Flower People, Knopf: New York, 1971, s. 196; Paul G. Bahn and Jean Vertut, Images in the Ice, Leichester: Windward, 1988, s. 72.

206 D. Johanson, B. Edgar, From Lucy to Language, s. 99, 107.

207 S. L. Kuhn, “Subsistence, Technology and Adaptive Variation in Middle Paleolithic Italy”, American Anthropologist, cilt 94, no. 2, 1992, s. 309-310.

208 Roger Lewin, Modern İnsanın Kökeni, Tübitak Popüler Bilim Kitapları: Ankara, 1997, s. 169.

209 R. E. F. Leakey, A. Walker, “On the Status of Australopithecus afarensis”, Science, vol. 207, issue 4435, 7 Mart 1980, s. 1103.

210 A. J. Kelso, Physical Antropology, 1st ed., New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, cilt 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272.

211 S. J. Gould, Natural History, cilt 85, 1976, s. 30.

212 Jeffrey Kluger, “Not So Extinct After All: The Primitive Homo Erectus May Have Survived Long Enough To Coexist With Modern Humans”, Time, 23 Aralık 1996

213 John Noble Wilford, “3 Human Species Coexisted Eons Ago, New Data Suggest”, The New York Times, 13 Aralık 1996.

214 L. S. B. Leakey, The Origin of Homo sapiens, ed. F. Borde, Paris: UNESCO, 1972, s. 25-29; L. S. B. Leakey, By the Evidence, New York: Harcourt Brace Jovanovich, 1974.

215 Robert Kunzig, “The Face of An Ancestral Child”, Discover, December 1997, s. 97, 100.

216 A. J. Kelso, Physical Anthropology, 1. Baskı, 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, cilt 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272.

217 D. C. Johanson & M. A. Edey, Lucy: The Beginnings of Humankind, New York: Simon & Schuster, 1981, s. 250.

218 “The Leakey Footprints: An Uncertain Path,” Science News, vol. 115, 1979, s. 196

219 Ian Anderson, “Who made the Laetoli footprints?”, New Scientist, vol. 98, 12 Mayıs 1983, s. 373.

220 Russell H. Tuttle, “The Pitted Pattern of Laetoli Feet”, Natural History, vol. 99, Mart 1990, s. 64. (emphasis added)

221 John Whitfield, “Oldest Member of Human Family Found”, Nature, 11 Temmuz 2002.

222 D. L. Parsell, “Skull Fossil From Chad Forces Rethinking of Human Origins”, National Geographic News, 10 Temmuz 2002.

223 John Whitfield, “Oldest Member of Human Family Found”, Nature, 11 Temmuz 2002.

224 “Face of yesterday : Henry Gee on the dramatic discovery of a seven-million-year-old hominid”, The Guardian, 11 Temmuz 2002.

225 Ruth Henke, “Aufrecht aus den Baumen”, Focus, cilt 39, 1996, s. 178.

226 Elaine Morgan, The Scars of Evolution, New York: Oxford University Press, 1994, s. 5.

227 Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19.

228 Robert Locke, “Family Fights”, Discovering Archaeology, Temmuz/Auğustos 1999, s. 36-39.

229 Robert Locke, “Family Fights”, Discovering Archaeology, Temmuz/Ağustos 1999, s. 36.

230 Henry Gee, In Search of Deep Time, New York, The Free Press, 1999, s. 116-117.

231 David Pilbeam, “Rearranging Our Family Tree”, Nature, Haziran 1978, s. 40.

232 Earnest A. Hooton, Up From The Ape, New York: McMillan, 1931, s. 332.

233 Malcolm Muggeridge, The End of Christendoms, Eerdmans, 1980, s. 59.

234 Stephen Jay Gould, “Smith Woodward’s Folly”, New Scientist, 5 Nisan 1979, s. 44.

235 Stephen Jay Gould, “Smith Woodward’s Folly”, New Scientist, 5 Nisan 1979, s. 44.

236 W. K. Gregory, “Hesperopithecus Apparently Not An Ape Nor A Man”, Science, cilt 66, Aralık 1927, s. 579.

237 Søren Løvtrup, Darwinism: The Refutation of A Myth, New York: Croom Helm, 1987, s. 422.