National Geographic’ten yeni bir balina masalı
National Geographic dergisi, gezegenimizin dört bir yanını araştıran ve elde ettiği bilimsel bulguları okurlarıyla paylaşan önemli bir bilimsel dergi olma iddiasındadır. Derginin gerçekten de pek çok önemli konuda bilgi kaynağı olduğu açıktır, ama bu bilgileri okuyucularına aktarırken ideolojik bir “filtre”den geçirmekte, hatta kimi zaman bu ideoloji gereğince, bulguları çarpıtarak hayali hikayeler yayınlamaktadır.
National Geographic’in sözkonusu ideolojisi Darwinizm’dir. Bu teoriyi savunmak adına, çoğu kez bilimsel bulguları önyargılı olarak yorumlamakta, hatta bilimsel sahtekarlıklara kapı açmaktadır. Örneğin 1998 yılında National Geographic tarafından tüm dünyaya “kuşların dinozorlardan evrimleştiğinin tartışılmaz kanıtı” olarak gösterilen, ancak sonradan “el yapımı” olduğu anlaşılan Archaeoraptor fosili sahtekarlığı gibi.
Derginin bu gözü kapalı evrim propagandacılığı, bu teoriyi savunan bilim adamlarından da tepki görmektedir. ABD’deki ünlü Smithsonian Institution Doğa Tarihi Müzesinden Dr. Storrs Olson, “National Geographic, uzun zamandır sansasyonel, desteksiz ve tabloid habercilik yaparak seviyesini düşürmüş durumda” demektedir. 1
National Geographic’in “sansasyonel, desteksiz ve tabloid” evrim propagandalarının bir örneği, Kasım 2001 sayısında yayınlanan “Balinaların Evrimi” haberiydi. Haberde, bir dizi fosil bulgusu sonucunda “balinaların evrimi” tezinin kanıtlandığı ileri sürülüyor, hatta Hans Thewissen adlı bir paleontologtan “balinalar evrimin iyi örneklerinden biri oldular” sözü aktarılıyordu. Tam 14 sayfa süren makalenin dört bir tarafına yerleştirilen resimler, rekonstrüksiyonlar ve şemalar, aynı iddiayı görsel olarak da okuyucuların zihnine yerleştirme amacını güdüyordu.
Oysa National Geographic’in hararetle savunduğu “balinaların evrimi” senaryosu, bilimsel kanıtlardan yoksun bir masaldan başka bir şey değildir.
Balina Atası Olarak Gösterilen Fosiller
National Geographic’in Kasım 2001 sayısının 156-159 numaralı sayfalarında yer alan “rekonstrüksiyonlar geçidi”, derginin balinaların kökeni hakkındaki iddiasını özetler niteliktedir. Bir dizi canlı ard arda sıralanmakta ve bunların “balina evriminin ara formları” olduğu ileri sürülmektedir. Bu canlıların yaşadıkları jeolojik devre göre sırası, dergiye göre, şöyledir:
Pakicetus (50 milyon yıl önce > Ambulocetus (49 milyon yıl önce) > Rodhocetus (46.5 milyon yıl önce) > Procetus (45 milyon yıl önce) > Kutchicetus (43-46 milyon yıl önce) > Durodon (37 milyon yıl önce) > Basilosaurus (37 milyon yıl önce) > Aetiocetus (24-26 milyon yıl önce)
National Geographic’in şeması bundan sonra da devam etmekte, ama bilinen yunus ve balina kategorilerini içermektedir.
Bu şemanın pek çok yanıltıcı özelliği vardır. Ancak öncelikle en temel olanını açıklayalım. Şemadaki ilk iki canlı, yani Pakicetus ve Ambulocetus, National Geographic’e göre birer “yürüyen balina”dır, ama gerçekte birer kara memelisi olan bu canlıları “balina” olarak tanımlamak, tamamen hayali hatta komik bir iddiadır.
Önce Pakicetus’a bakalım.
Pakicetus inachus:
“Balina Atası” İlan Edilmek İstenen Dört Ayaklı Bir Memeli
Uzun ismi Pakicetus inachus olan bu soyu tükenmiş memeliye ait fosiller, ilk kez 1983 yılında gündeme
geldi. Fosili bulan P. D. Gingerich ve yardımcıları, canlının sadece kafatasını bulmuş olmalarına rağmen, hiç çekinmeden onun bir “ilkel balina” olduğunu iddia ettiler.
Oysa fosilin “balina” olmakla yakından-uzaktan bir ilgisi yoktu. İskeleti, bildiğimiz kurtlara benzeyen dört ayaklı bir yapıydı. Fosilin bulunduğu yer, paslanmış demir cevherlerinin de bulunduğu ve salyangoz, kaplumbağa veya timsah gibi kara canlılarının da fosillerini barındıran bir bölgeydi; yani bir deniz yatağı değil kara parçasıydı.
Peki dört ayaklı bir kara canlısı olan bu fosil, neden “ilkel balina” olarak ilan edilmiştir ve National Geographic tarafından hala öyle sunulmaktadır? National Geographic bu soruya şu cevabı veriyor:
Diğer kara memelilerinde hepsi bir arada bulunmayan, fark edilmesi zor, küçük ipuçları; azıdişlerindeki diş uçlarının düzeni, orta kulakta yer alan bir kemikteki kıvrım ve kulak kemiklerinin kafatasındaki konumu 2
Yani sadece dişlerindeki ve kulak kemiklerindeki bazı ayrıntılar nedeniyle, bu dört ayaklı, kurt benzeri kara canlısı National Geographic tarafından “yürüyen balina”3 ilan edilebiliyordu. Pakicetus’un evrimci illüstratör Carl Buell tarafından yapılan rekonstrüksiyon çizimine bir göz atmak bile, bu canlıyı “yürüyen balina” ilan etmenin mantıksızlığını göstermektedir.
National Geographic’te sözü edilen detay özellikler, yani “azıdişlerindeki diş uçlarının düzeni, orta kulakta yer alan bir kemikteki kıvrım ve kulak kemiklerinin kafatasındaki konumu” ise, Pakicetus ile balinalar arasında bir ilişki kurmak için kanıt olamaz:
o Öncelikle, National Geographic’in “Diğer kara memelilerinde hepsi bir arada bulunmayan özellikler” ifadesini kullanırken dolaylı olarak da belirttiği gibi, sözkonusu özellikler başka kara memelilerinde de vardır.
o Dahası, sözkonusu özelliklerin hiçbirisi, bir evrimsel akrabalık ilişkisinin delili olamaz. Canlılar arasında anatomik benzerliklerinden yola çıkılarak kurulmak istenen bu gibi teorik ilişkilerin çoğunun son derece çürük olduğunu evrimciler de kabul etmektedirler. Eğer Avustralya’da yaşayan gagalı bir memeli olan Platypuslar ve ördekler soyları tükenmiş canlılar olsalardı, evrimciler aynı mantıkla (gaga benzerliğinden yola çıkarak) bunları da birbirlerinin akrabası ilan edeceklerdi. Oysa platypus bir memeli, ördek ise bir kuştur ve aralarında evrim teorisine göre de bir akrabalık kurulamaz. National Geographic’in “yürüyen balina” ilan ettiği Pakicetus da farklı anatomik özellikleri bünyesinde barındıran özgün bir cinstir. Nitekim omurgalı paleontolojisinin otoritelerinden Carroll, Pakicetus’un da dahil edilmesi gereken Mesonychid ailesinin “garip karakterlerden oluşan bir kombinasyon gösterdiğini” belirtmektedir.4 Bu tip “mozaik canlı”ların bir evrimsel ara form sayılamayacağını, Gould gibi önde gelen evrimciler de kabul etmektedir.
|
|
Kısacası, bir kara canlısı olduğu açık olan Pakicetus’u sadece kulak içi kemiklerinin ve azı dişlerinin uçları gibi yapısal özelliklerden dolayı “yürüyen balina” olarak tanımlamak, National Geographic’in “sansasyonel, desteksiz ve tabloid habercilik” geleneğinin yeni bir örneğinden başka bir şey değildir. Yaratılışçı yazar Ashby L. Camp, “The Overselling of Whale Evolution” (Balina Evriminin Abartılı Propagandası) başlıklı makalesinde, Pakicetus gibi kara memelilerinin de dahil olduğu mesonychidler sınıfının, Archaeoceteaların, yani soyu tükenmiş balinaların atası olduğu yönündeki iddianın çürüklüğünü şöyle açıklar:
Evrimcilerin mesonychidlerin, archaeocetealara dönüştüğü konusunda kendilerinden emin davranmalarının nedeni, gerçek soy bağlantısında yer alan bir tür tanımlayamamalarına rağmen, bilinen mesonychidler ve archaeocetealar arasında bazı benzerlikler olmasıdır. Ancak bu benzerlikler, özellikle de (iki grup arasındaki) büyük farklılıklar ışığında, bir ata ilişkisi iddia etmek için yeterli değildir. Bu gibi karşılaştırmaların oldukça subjektif olan doğası, şimdiye kadar pek çok farklı memeli ve hatta sürüngen grubunun balinaların atası olarak öne sürülmüş olmasından bellidir. 5
Ambulocetus natans: Pençelerine Perde Geçirilen Sahte Balina
National Geographic dergisinin hayali balina evrimi şemasında Pakicetus’tan sonra gelen ikinci fosil canlı, Ambulocetus natans’tır. İlk kez 1994 yılında Science dergisinde yayınlanan bir makaleyle duyurulan bu fosil de, evrimciler tarafından zorlama yöntemiyle “balinalaştırılmak” istenen bir kara canlısıdır.
Ambulocetus natans terimi, Latince ambulate (yürümek), cetus (balina) ve natans (yüzmek) kelimelerinin birleşmesiyle oluşturulmuştur ve “yürüyen ve yüzen balina” anlamına gelir. Canlının yürüdüğü aşikardır, çünkü tüm diğer kara memelileri gibi onun da dört ayağı, hatta bu ayaklara bağlı geniş pençeleri ve arka pençelerinin ucunda toynakları vardır. Ancak canlının bir taraftan da suda yüzdüğü, daha doğrusu yaşamını hem karada hem de suda (amfibi şekilde) sürdürdüğü iddiasının, evrimcilerin önyargıları dışında, hiçbir dayanağı yoktur.
Bu konuda bilimle hayalgücü arasındaki sınırı görmek için, National Geographic’in Ambulocetus rekonstrüksiyonuna bir göz atalım. Dergide yayınlanan Ambulocetus çizimi şöyle:
National Geographic’in küçük hileleri: Pençelere
eklenen hayali perdeler ve yüzgece benzetilen arka ayaklar
Çizime dikkat ederseniz, bir kara canlısı olan Ambulocetus’u “balinalaştırmak” için yapılmış iki küçük hileyi kolaylıkla fark edebilirsiniz:
o Hayvanın arka bacakları, yürümeye yarayan ayaklar olarak değil de, yüzmeye yarayan yüzgeçler gibi tasvir edilmiş. Oysa gerçekte canlının bacak kemiklerini inceleyen Carroll, bu canlının “kara üzerinde güçlü bir hareket yeteneğine sahip olduğunu” belirtir. 6
o Hayvanın ön ayaklarına “palet” görüntüsü verebilmek için perdeler çizilmiştir. Oysa eldeki Ambulocetus fosillerinden böyle bir sonuca varmak mümkün değildir. Gerçekte fosil kayıtlarında, bu gibi yumuşak dokular hemen hiçbir zaman görünmezler. Dolayısıyla canlının iskeleti dışında kalan özellikleri üzerinde yapılan rekonstrüksiyonlar hep spekülatiftir. Bu da evrimcilere geniş bir propaganda malzemesi sunar.
Ambulocetus’un üstteki çizimi üzerinde yapılana benzer evrimci rötüşlarla, her canlıyı, istenen bir başka canlıya benzer gibi göstermek mümkündür. İsterseniz bir maymun iskeletini de, bacaklarını arkaya doğru çizip “yüzgeç” gibi göstermek ve parmakları arasında perdeler çizmek suretiyle, “balinaların atası olan primat” diye sunabilirsiniz.
Ambulocetus fosili üzerinde yapılan bu çizim hilelerinin geçersizliği, yine National Geographic’in aynı sayısında yayınlanan aşağıdaki çizimden anlaşılabilir:
Ambulocetus fosilinin daha gerçekçi bir görünümü: Ayaklar “yüzgeç” değil gerçekten ayak ve
parmaklar arasında National Geographic’in daha önceden eklediği hayali “perde”ler yok.
Ambulocetus fosilinin daha gerçekçi bir görünümü: Ayaklar “yüzgeç” değil gerçekten ayak ve
parmaklar arasında National Geographic’in daha önceden eklediği hayali “perde”ler yok.
National Geographic, canlının iskeletinin resmini yayınlarken, ister istemez rekonstrüksiyon resimde yaptığı “balinalaştırıcı” rötüşlardan geri adım atmak zorunda kalmış. Canlının ayak kemikleri, iskeletin açıkça gösterdiği gibi, onu kara üzerinde taşıyacak yapıda. Ayaklarında ise hayali “perde”lerden iz yok.
Yürüyen Balina Masalının Geçersizliği
Gerçekte ne Pakicetus’un ne de Ambulocetus’un balinalarla bir akrabalıkları bulunduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. Bunlar sadece, teorilerine göre deniz memelileri için karada yaşayan bir ata bulmak zorunda olan evrimcilerin, bazı sınırlı benzerliklerden yola çıkarak belirledikleri “ata adayları”dır. Bu canlıların, kendileriyle çok yakın bir jeolojik devirde fosil kayıtlarında ortaya çıkan deniz memelileri ile ilişkileri bulunduğunu gösteren hiçbir kanıt yoktur.
National Geographic’in şemasında Pakicetus ve Ambulocetus’un ardından söz konusu deniz memelilerine geçilmekte ve Procetus, Rodhocetus gibi Archaeocetea (soyu tükenmiş balina) türleri sıralanmaktadır. Sözkonusu canlılar gerçekten de suda yaşayan soyu tükenmiş memelilerdir. (Az ileride bunlara da değineceğiz.) Ancak Pakicetus ve Ambulocetus ile bu deniz memelileri arasında çok büyük anatomik farklılıklar vardır. Her ne kadar National Geographic yaptığı küçük çizim hileleri ile bu farklılıkları küçültmeye çalışmışsa da, canlıların fosilleri incelendiğinde, birbirlerine bağlanan “ara form”lar olmadıkları açıkça görülür:
o Dört ayaklı bir kara memelisi olan Ambulocetus’ta omurga, leğen (pelvis) kemiğinde bitmekte ve bu kemiğe bağlı güçlü bacak kemikleri uzanmaktadır. Bu tipik bir kara memelisi anatomisidir. Balinalarda ise omurga kuyruğa doğru kesintisiz devam eder ve leğen kemiği bulunmaz. Nitekim Ambulocetus’tan 10 milyon yıl kadar sonra yaşadığı düşünülen Basilosaurus aynen bu anatomiye sahiptir. Yani tipik bir balinadır. Tipik bir kara canlısı olan Ambulocetus ile tipik bir balina olan Basilosaurus arasında ise hiçbir “ara form” yoktur.
o Basilosaurus’un ve kaşalotun omurgalarının alt kısmında, omurgadan bağımsız küçük kemikler yer alır. National Geographic bunların “küçülmüş bacaklar” olduğu iddiasındadır. Oysa bunların bir başka fonksiyon taşıdığını ise dergi yine kendisi belirtmektedir: Sözkonusu kemikler Basilosaurus’ta “çiftleşme konumunu almaya yardımcı olmakta”, kaşalotta ise “üreme organlarına destek olmakta”dır. 7 Zaten oldukça önemli bir fonksiyon üstlenmiş olan iskelet parçalarını, bir başka fonksiyonun “körelmiş organı” olarak tanımlamak, evrimci önyargıdan başka bir şey değildir.
Sonuçta, deniz memelilerinin, kara memelileri ile aralarında bir “ara form” olmadan, özgün yapılarıyla ortaya çıktıkları gerçeği-National Geographic’in ısrarlı çabalarına rağmen-değişmemiştir. Ortada bir evrim zinciri yoktur. Robert Carroll, bu gerçeği istemeden ve evrimci bir dille de olsa, şöyle kabul eder: “Doğrudan balinalara uzanan bir Mesonychid çizgisi tanımlamak mümkün değildir.” 8
Biraz daha tarafsız bilim adamları ise, National Geographic gibi evrimci kaynakların “yürüyen balina” olarak göstermek istedikleri canlıların gerçekte balinalarla ilgisi olmayan, özgün bir canlı grubu olduğunu açıkça kabul etmektedir. Balinalar konusunda ünlü bir uzman olan Rus bilim adamı G. A. Mchedlidze, bir evrimci olmasına karşın, Pakicetus, Ambulocetus natans ve benzeri dört ayaklı “balina atası adayları”nın bu şekilde tanımlanmasına katılmamakta ve onları tamamen izole bir grup olarak tarif etmektedir. 9
National Geographic’in “Düzenli” Şemasının Sorunları
Evrim teorisinin kitlelere empoze edilmesinde görsel telkinler (çizimler ve şemalar) büyük rol oynar. Ancak bunlar kimi zaman tamamen bilim dışı, kimi zaman da bilimsel bulguları taraflı yorumlayan malzemelerdir. National Geographic’in birbiri ardına dizdiği ve sözde giderek “balinalaşan” memelileri gösteren zaman çizelgesi de (s. 156-159) bu aldatıcı malzemelere örnektir.
Buraya dek, bu çizelgedeki canlıların rekonstrüksiyonları üzerine yapılan küçük aldatıcı rötuşlara değindik. Bunun yanında, canlılara verilen tarihler de National Geographic tarafından Darwinist önyargılara göre seçilmiştir. Şemada çizilen canlıların, birbirlerini jeolojik bir sıra içinde izledikleri ileri sürülmektedir, oysa gerçekte sözkonusu tarihlemeler tartışmalıdır. Asbyl L. Camp, paleontoloji kaynaklarına dayanarak konuyu şöyle açıklar:
Standart sınıflamada, Pakicetus inachus geç Ypresian dönemine dahil edilir, ama çeşitli uzmanlar bu tarihin gerçekte erken Lutetian devri olabileceğini belirtmektedirler. Eğer daha genç olan bu yaş (erken Lutetian) kabul edilirse, o zaman Pakicetus’un yaklaşık olarak, Rodhocetus ile, yine Pakistan’da bulunmuş bir erken Lutetian fosili ile çağdaş olduğu sonucu çıkacaktır. Dahası, Pakicetus ile aynı tabakada ama 120 metre yukarıda bulunan Ambulocetus’un yaşının da Pakicetus ile aynı oranda yukarı alınması gerekecektir. Bu, Ambulocetus’un Rodhocetus’tan ve muhtemelen Indocetus’tan ve hatta Protocetus’tan daha genç olduğu sonucunu doğuracaktır. 10
Kısacası, National Geographic’in hayali bir “evrim şeması” içinde ardarda dizdiği canlıların gerçekte hangi tarihlerde yaşadıkları konusunda iki farklı görüş vardır. Ve ikinci görüş kabul edildiğinde, National Geographic’in “balinaların karada yürüyen ataları” olarak gösterdiği Pakicetus ve Ambulocetus fosillerinin, gerçek balinalarla aynı yaşta, hatta daha da genç olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Yani geriye hiçbir “evrim şeması” kalmamaktadır. National Geographic bu sorunu tamamen göz ardı etmiş ve sadece kendi tezine uygun gelen görüşleri kullanmıştır. Bu, kuşkusuz, bir bilim yöntemi değil, propaganda yöntemidir.
Kulak ve Burun Evrimi Hikayeleri
Kara memelileri ile deniz memelileri arasında öne sürülecek bir evrim senaryosunun, bu canlı grupları arasındaki farklı kulak ve burun yapılarına açıklama getirmesi gerekir. National Geographic de kullandığı gösterişli grafikler yardımıyla bu sorunu halletiği izlenimini vermeye çalışmıştır. Oysa bu izlenim aldatıcıdır.
Önce kulak yapısını ele alalım. Kara memelileri, biz insanlar gibi, dış dünyadaki sesleri kulak kepçeleri ile toplar, orta kulaktaki kemiklerle güçlendirir ve iç kulakta sinyallere çevirirler. Deniz memelilerinin ise kulakları yoktur. Sesleri alt çenelerindeki özel titreşim algılayıcı duyargalarla duyarlar.
National Geographic, bu ikinci duyma sisteminin ilk sistemden evrimleştiği iddiasındadır. Bunu, 161. sayfasındaki “İşitme Cihazları” başlıklı şemada ifade etmektedir. Bu şema, ilk izlenimde okuyuculara işitmenin kademeli bir şekilde evrimleştiği izlenimi verecek şekilde çizilmiştir. Oysa ortada hiçbir kademeli evrim yoktur, aksine kesin çizgilerle ayrılmış iki ayrı işitme sistemi vardır. National Geographic’in bu şemada kullandığı satırlara bir göz atmak bile bunu görmek için yeterli:
Pakicetus… bu yürüyen balina, günümüz balinalarındaki orta kulağa doğru uzanan yağ yastığından yoksun; bu da hayvanın karasal niteliklerini koruduğunu gösteren bir ipucu. Sonraki balinalarda çene kemiği, yağ yastığıyla birlikte, sesleri algılamak üzere uyum sağlamıştır.
Pakicetus’un tipik bir kara memelisi olduğunu, onu “yürüyen balina” olarak tanımlamanın “komedi” sayıldığını belirtmiştik. National Geographic’in üstteki mantığı da aynı derecede komiktir: Zaten bir kara canlısı olan Pakicetus’u önce “yürüyen balina” ilan etmekte, sonra da “hayvan karasal niteliklerini koruyor” demektedir. Bu, bir ineği “yürüyen yarasa” olarak tanımlayıp, sonra da “henüz kanatları yok, hala karasal özelliklerini koruyor” demek gibi bir şeydir.
Bu, konunun bir yönüdür. Bizi burada ilgilendiren yönü ise, Pakicetus ile balinalar arasındaki kulak ayrımını açık-seçik ortaya koymasıdır. National Geographic’in üstteki alıntısından sonra, doğal olarak iki kulak yapısı arasında geçiş formları olup olmadığına bakmak gerekir. Pakicetus’tan sonra sırada evrimcilerin “yürüyen-yüzen balina” dedikleri, ama aslında bir kara canlısı olduğunu incelediğimiz Ambulocetus vardır. National Geographic, Ambulocetus için şu ifadeyi kullanmaktadır:
Suda yaşamaya Pakicetus’tan daha yatkın olsa da, Ambulocetus da doğrudan kulaklarıyla işitiyordu.
Yani Ambulocetus’ta da bir “balina kulağına doğru evrimleşme” durumu yoktur.
National Geographic’in şemasındaki üçüncü canlıya geldiğimizde bir anda büyük bir değişimle karşılaşırız. Yazı, üstteki alıntıdan sonra şöyle devam etmektedir:
Sesler, Basilosaurus’un orta kulağına, alt çeneden gelen titreşimler halinde iletiliyordu.
Bir başka deyişle, Basilosaurus, tipik bir balina kulağına sahiptir. Yani dış kulak kepçesiyle değil, çenesine gelen titreşimlerle etrafındaki sesleri algılayan bir canlıdır. Ve National Geographic’in evrim şemasında kendisinden önce yer alan Pakicetus ve Ambulocetus’un kulak yapısı ile, Basilosaurus’un kulak yapısı arasında hiçbir “geçiş formu” yoktur.
Nitekim konu teorik olarak incelendiğinde, böyle bir geçiş formunun yaşamış olmasının imkansız olduğu da görülür: Kendi içinde mükemmel bir duyma sisteminden, tamamen farklı bir yapıya sahip bir başka sisteme kademeli evrimle geçilmesi mümkün değildir. Çünkü ara aşamalar verimli olmayacaktır. Yavaş yavaş kulaklarıyla duyma yeteneğini yitiren, çenesiyle duyma yeteneği ise henüz gelişmemiş bir canlı avantajlı değildir.
Kaldı ki, sözkonusu “gelişme”nin nasıl sağlanabileceği sorusu da evrim teorisini çıkmaza sürüklemektedir. Evrimcilerin öne sürdükleri mekanizma mutasyonlardır ve canlılara genetik bilgi ekledikleri hiçbir zaman görülmemiş olan mutasyonlar sonucunda, deniz memelilerinin son derece kompleks algı sistemlerinin ortaya çıktığını ileri sürmek, akla aykırıdır.
Benzer bir durum National Geographic’in “kayan burun” hikayesi için de geçerlidir. Dergi, Pakicetus, Rodhocetus ve günümüz gri balinasına ait üç kafatası iskeletini alt alta dizmiş ve bir “evrim süreci” oluşturduklarını ileri sürmüştür. Oysa üç fosilin, özellikle de Rodhocetus ve günümüz balinasının burun yapıları, aynı serinin ara formları olarak kabul edilemeyecek kadar farklıdır.
Dahası nefes deliklerinin burundan enseye doğru “yürümesi”, sözkonusu canlıların anatomisinde çok ciddi bir “yeniden dizayn” gerektirir ki, bunun rastgele mutasyonlar yoluyla sağlandığına inanmak, hayal kurmaktan başka bir şey değildir.
National Geographic’in Lamarkçı Masalları
Aslında, gerek National Geographic dergisi yazarlarının gerekse evrimci camianın büyük bir bölümünün canlıların kökeni hakkında temel bir batıl inanışları vardır ve sorun da bundan kaynaklanmaktadır. Bu batıl inanç, canlılara ihtiyaç duydukları organları, biyokimyasal yapıları veya anatomik özellikleri kazandıran adeta sihirli bir “doğa gücü” olduğu düşüncesidir.
Bunu görmek için, National Geographic’in “Balinaların Evrimi” başlıklı yazısındaki bazı ilginç pasajlara göz atalım:
… Bu civarda bulunan balinaların bazı atalarını gözümün önüne getirmeye çalıştım… Her kuşakta giderek kısalan ve çelimsizleşen arka ayaklarını kullanarak şapıdık şapıdık hareket etmeye çalışıyorlardı… Bir yandan arka bacakları, diğer yandan da, gövdelerini destekleyen kalça kemikleri giderek küçülüyordu… Boyun kısaldı, böylece gövdenin ön kısmı, suyu en az dirençle yarıp geçmeyi sağlayan boru biçiminde bir denizaltı gövdesini andırır bir şekle girerken, kollar da dümen biçimini almaya başladı. Dış kulaklara duyulan ihtiyacın azalmasıyla, bazı balinalar sudaki sesleri doğrudan altçene kemikleriyle algılayıp özel yağ yastıkları üzerinden içkulağa iletiyorlardı.
Dikkat edilirse, tüm bu anlatımlarda, evrimci zihniyet, sadece canlıların değişen ortama göre değişen ihtiyaçları olduğunu belirtmekte ve bu ihtiyacı başlı başına bir “evrim mekanizması” olarak algılamaktadır: Bu mantığa göre kendisine az ihtiyaç duyulan organlar yok olmakta, ihtiyaç duyulan yeni organlar kendi kendine ortaya çıkmaktadır!
Oysa biyoloji konusunda en temel bilgilere sahip olan bir kimse bile bilir ki, ihtiyaçlarımız organlarımızı kalıtsal olarak şekillendirmez. Bu, Lamarck’ın “kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması” tezinin çürümesinden bu yana, yani yaklaşık 100 yıldır, bilinen kesin bir gerçektir. Ama evrimci yayınlara bakıldığında, hala Lamarck’ın teorisiyle düşünüyor gibidirler.
Eğer kendilerine itiraz ederseniz, “hayır biz Lamarkçı değiliz, kastımız, çevre şartlarının canlılar üzerinde evrimsel bir baskı oluşturduğu, bu baskı sonucunda uygun canlıların seçildiği ve böylece türün evrimleştiğidir” diyeceklerdir. Ama zaten konunun püf noktası da buradadır: Evrimcilerin “evrimsel baskı” dedikleri şey, canlılara ihtiyaca göre yeni özellikler kazandıramaz. Çünkü bu baskıya cevap vereceğini umdukları iki sözde evrim mekanizması, yani doğal seleksiyon ve mutasyonun canlılara yeni organlar kazandırma özelliği yoktur:
o Doğal seleksiyon, sadece zaten var olan özellikleri seçebilir, yeni bir özellik üretemez.
o Mutasyonlar, canlılara genetik bilgi eklemezler, sadece mevcut genetik bilgiyi tahrip ederler. Genetik bilgi ekleyen, (dolayısıyla yeni bir organ veya biyokimyasal yapı oluşturan) bir mutasyon asla gözlemlenmemiştir.
Bu gerçekler ışığında National Geographic’in üstteki “şapıdık şapıdık hareket eden balinalar” masalına bir kez daha bakarsak, aslında gerçekten de oldukça ilkel bir Lamarkçılık yaptıklarını görürüz. Dikkat edilirse National Geographic yazarı Douglas H. Chadwick, “her kuşakta giderek kısalan ve çelimsizleşen arka ayaklar”dan söz etmektedir. Acaba nasıl olur da “her kuşakta” bir canlı türünde morfolojik değişim, hem de belli bir yöne doğru değişim olabilir? Bunun için; o türün her kuşaktaki kimi temsilcilerinin bacaklarının kısalmasına neden olacak mutasyonlara uğraması; bu mutasyonların canlıya başka hiçbir zarar vermemesi; mutasyona uğrayan bireylerin diğerlerine göre avantajlı olup seçilmesi; bir sonraki kuşakta, ne tesadüfse yine aynı genin aynı noktasının aynı mutasyona uğraması; bunun nesiller boyu hiç değişmeden devam etmesi; tüm bunların tesadüfen kusursuz gerçekleşmesi gerekir.
Eğer National Geographic yazarları buna inanıyorlarsa, “biz sülale olarak uçmayı çok seviyoruz, oğlum da ne tesadüf bir mutasyon geçirdi ve koltukaltlarında kuş tüyünü andıran bir kaç küçük yapı belirdi. Torunum da aynı mutasyondan geçecek ve tüyleri biraz artacak, bu nesiller boyu devam edecek ve sonunda sülalemiz kanatlanıp uçacak” diyen bir insana da inanabilirler. İki hikayenin saçmalık düzeyi aynıdır çünkü.
Bu durum, başta belirttiğimiz gerçeği, yani evrimcilerin, canlıların ihtiyaçlarının adeta doğadaki sihirli bir güç tarafından karşılandığına dair batıl inancını ortaya çıkarmaktadır. Gerçekte animist kültürde yer alan “doğaya bilinç atfetme” inancı, ne ilginçtir ki 21. yüzyılda “bilim” kisvesi altında karşımıza çıkmaktadır. Oysa Darwinizm’in ünlü eleştirmenlerinden biri olan Fransa’nın ünlü biyoloğu Paul Pierre Grasse’nin belirttiği gibi, “hayal kurmayı yasaklayan bir kanun yoktur, ama bilim bu işin içine dahil edilmemelidir. 11
National Geographic’te fazla sözü edilmeden empoze edilmek istenen bir başka senaryo da, sözkonusu canlıların vücut yüzeyleriyle ilgilidir. Karasal canlılar oldukları kabul edilen Pakicetus ve Ambulocetus’un diğer memeliler gibi tüylü bir vücuda sahip oldukları herkesin ortak görüşüdür. Nitekim National Geographic de rekonstrüksiyonlarında her iki canlıyı sık tüylerle çizmiştir. Ancak daha sonraki canlılara (yani gerçek deniz memelilerine) geçildiğinde, birden tüyler yok olmaktadır. Bunun evrimsel açıklaması, üstte anlattığımıza benzer Lamarkçı hikayelerden farklı bir şey değildir.
Gerçek ise, sözkonusu canlıların her birinin, yaşadıkları ortama göre en uygun biçimlerde tasarlanmış olduklarıdır. Bu tasarımları mutasyonlarla veya daha da basit Lamarkçı hikayelerle açıklamaya çalışmak, akıldışıdır. Canlılıktaki her tasarım gibi, sözkonusu canlıların tasarımı da yaratılış için bir kanıt oluşturmaktadır.
Deniz Memelilerinin Kendi İçindeki Evrimi Senaryosunun Açmazları
Bu noktaya kadar, deniz memelilerinin kara canlılarından evrimleştiği yönündeki evrimci senaryonun geçersizliğini inceledik. Bilimsel bulgular, National Geographic’in bu senaryonun başlangıcına yerleştirdiği iki kara memelisi (Pakicetus ve Ambulocetus) ile deniz memelileri arasında hiçbir bağ bulunmadığını göstermektedir. Peki senaryonun geri kalan kısmı?
Bu konuda da evrim teorisi yine açmazdadır. Teori, bilimsel sınıflamada Archaeocetea (arkaik, yani eski balinalar) olarak bilinen soyu tükenmiş özgün deniz memelileri ile, yaşayan balina ve yunuslar arasında bir akrabalık ilişkisi kurma çabasındadır. National Geographic bu iddiayı çok basitleştirilmiş bir biçimde şemalaştırmıştır. (s. 156-159) Oysa gerçekte konunun uzmanları farklı düşünmektedirler. Evrimci paleontolog Barbara J. Stahl şöyle yazar:
Bu archaeoceteaların kıvrak formdaki vücutları ve kendilerine özgü testere dişleri, bunların muhtemelen herhangi bir modern balinanın atası olamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. 12
Deniz memelilerinin kökeni konusundaki evrimci senaryo, moleküler biyolojinin bulguları açısından da çıkmaz içindedir. Klasik evrimci senaryo, balinaların iki büyük grubunun, yani dişli balinaların (Odontoceti) ve balenli balinaların (Mysticeti) ortak bir atadan evrimleştiğini varsayar. Ama Brüksel Üniversitesi’nden Michel Milinkovitch yeni bir teoriyle bu görüşe karşı çıkmış, anatomik benzerliğe göre kurulan sözkonusu varsayımın moleküler bulgular tarafından çürütüldüğünü şöyle vurgulamıştır:
Cetaceanların (balinaların) büyük grupları arasındaki evrimsel ilişkiler, morfolojik ve moleküler analizlerin çok farklı sonuçlara varması nedeniyle, daha da problemlidir. Morfolojik ve davranışsal bulgu bütünlerine bakılarak yapılan geleneksel yorumlama, ekolokasyona sahip dişli balinaların (yaklaşık 67 tür) ve filtre sistemiyle beslenen balen balinaların (10 tür) iki ayrı monofilotik (kendi içinde tek kökenden gelen) grup olduğunu varsayar… Öte yandan, DNA üzerinde yapılan filogenetik (evrimsel akrabalık) anazlileri… ve amino asit karşılaştırmaları… uzun zamandır kabul edilen bu sınıflandırmayla çelişmektedir. Dişli balinaların bir grubu, yani sperm balinaları, morfolojik yönden kendilerinden oldukça uzak olan balen balinalarına diğer odontocetlerden (dişli balinalardan) daha yakın gözükmektedirler. 13
Kısacası, deniz memelileri, kendilerinin oturtulmak istendiği hayali evrim şemalarının her birine isyan etmektedirler.
Sonuç
Deniz memelilerinin kökeni konusundaki evrimci propagandada önemli bir rol üstlenen ve National Geographic dergisinin de konu hakkındaki en önemli bilgi kaynağı durumundaki paleontolog Hans Thewissen’in iddialarının aksine, ortada gerçek kanıtlara dayanan bir evrim süreci değil, evrim teorisine göre bir şemaya oturtulmaya çalışılan ama bir türlü bu şemaya uygun gelmeyen kanıtlar vardır.
Kanıtların önyargısız incelenmesiyle ortaya çıkan sonuç ise, tarihteki farklı canlı gruplarının, birbirlerinden bağımsız olarak, aniden ortaya çıktıklarıdır. Bu da, tüm canlıları Allah’ın yaratmış olduğu gerçeğinin bilimsel bir kanıtıdır.
Deniz memelileri konusundaki iddialı evrimci propaganda ise, bir zamanlar aynı şekilde gündeme getirilen, ama sonra geçersizliği evrimciler tarafından da itiraf edilen “at serileri”ne benzemektedir: Farklı dönemlerde yaşamış çeşitli soyu tükenmiş memeliler ard arda dizilmiş, dönemin evrimcileri bunu “sarsılmaz kanıt” olarak empoze etmişlerdir. Ama zamanla gerçek ortaya çıkmış, birbiri ardına dizilen bu canlıların birbirlerinin atası olamayacağı, farklı dönemlerde ortaya çıkmış ve sonra da soyları tükenmiş bağımsız türler olduğu anlaşılmıştır. Atın evrimi şemalarının sergilendiği “Amerikan Doğa Tarihi Müzesi”nin yöneticilerinden ünlü evrimci paleontolog Niles Eldredge ise, hala müzesinin alt katında duran bu şema hakkında şunları söylemek durumunda kalmıştır:
Hayatın doğası hakkında her biri birbirinden hayali bir sürü kötü hikaye vardır. Bunun en ünlü örneğiyse, belki 50 yıl önce hazırlanmış olan ve hala alt katta duran atın evrimi sergisidir. Atın evrimi, birbirini izleyen yüzlerce bilimsel kaynak tarafından büyük bir gerçek gibi sunulmuştur. Ancak şimdi, bu tip iddiaları ortaya atan kişilerin yaptıkları tahminlerin, yalnızca spekülasyon olduklarını düşünüyorum. 14
Hayatın doğası hakkındaki sözkonusu kötü hikayelerden biri de, National Geographic’in hararetle savunduğu “balinaların evrimi” masalıdır. Ve yakında, bu da diğer kötü hikayeler gibi çöplüğe atılacaktır.
1.Tim Friend, “Dinosaur-bird link smashed in fossil flap”, USA Today, 01/25/00
2.National Geographic, “Balinaların Evrimi”, Kasım 2001, s. 159
3.National Geographic, “Balinaların Evrimi”, Kasım 2001, s. 161
4.Robert L. Carroll, Patterns and Process of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1998, s.329
5.Ashby L. Camp, The Overselling of Whale Evolution”, Creation Matters, a newsletter published by the Creation Research Society, May/June 1998
6.Robert L. Carroll, Patterns and Process of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1998, s.333
7.National Geographic, “Balinaların Evrimi”, Kasım 2001, s. 163
8.Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1998, 329
9.G. A. Mchedlidze, General Features of the Paleobiological Evolution of Cetacea, Rusça’dan Tercüme (Rotterdam: A.A. Balkema, 1986, s. 91
10.Ashby L. Camp, The Overselling of Whale Evolution”, Creation Matters, a newsletter published by the Creation Research Society, May/June 1998
11.Pierre-P Grassé, Evolution of Living Organisms, New York: Academic Press, 1977, s. 103
12.B.J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution, Dover Publications, Inc., 1985, p. 489.
13.Michel C. Milinkovitch, “Molecular phylogeny of cetaceans prompts revision of morphological transformations,”
Trends in Ecology and Evolution 10 (August 1995): 328-334.
14.Niles Eldredge, Harper’s, Şubat 1984, s. 60
http://harunyahya.org/tr/Makaleler/4918/National-Geographicten-yeni-bir-balina-masali