Türlerin Gerçek Kökeni

Darwin 1859 yılında Türlerin Kökeni‘ni yayınladığında, canlılığın olağanüstü çeşitliliğini açıklayan bir teori ortaya attığını düşünüyordu. Bir canlı türü içinde doğal çeşitlenmeler (varyasyonlar) olduğunu gözlemlemişti. Örneğin İngiltere’deki hayvan pazarlarını gezerken, ineklerin çok farklı cinsleri bulunduğunu, havyan yetiştiricilerinin de bunları seçici bir biçimde çifleştirerek yeni cinsler türettiklerini izlemişti. Bundan yola çıkarak da, “canlılar doğal olarak kendi içlerinde çeşitlenebiliyorlar, demek ki uzun zaman dilimleri içinde bütün canlılık tek bir ortak atadan gelmiş olabilir” şeklinde bir mantık yürütmüştü.

Oysa Darwin’in “türlerin kökeni” hakkında ortaya attığı bu varsayım, gerçekte türlerin kökenini hiçbir şekilde açıklamıyordu. Genetik biliminin gelişmesiyle birlikte, bir canlı türü içindeki çeşitlenmenin hiçbir zaman yeni bir tür oluşumuna yol açmayacağı anlaşıldı. Darwin’in “evrim” sandığı olgu, gerçekte “varyasyon”du.

Varyasyonların Anlamı

Varyasyon, genetik biliminde kullanılan bir terimdir ve “çeşitlenme” demektir. Bu genetik olay, bir canlı türünün içindeki bireylerin ya da grupların, birbirlerinden farklı özelliklere sahip olmasına neden olur. Örneğin yeryüzündeki insanların hepsi temelde aynı genetik bilgiye sahiptirler, ama bu genetik bilginin izin verdiği varyasyon potansiyeli sayesinde kimisi çekik gözlüdür, kimisi kızıl saçlıdır, kimisinin burnu uzun, kimisinin boyu kısadır.

Varyasyon evrime delil oluşturmaz, çünkü varyasyon, zaten var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerinin ortaya çıkmasından ibarettir ve genetik bilgiye yeni bir özellik kazandırmaz. Evrim teorisi için önemli olan ise, yepyeni bir türü tanımlayacak yepyeni bir bilginin nasıl ortaya çıkabileceği sorusudur.

Varyasyon her zaman genetik bilginin sınırları içinde olur. Genetik biliminde söz konusu sınıra “gen havuzu” denir. Bir canlı türünün gen havuzunda bulunan bütün özellikler, varyasyon sayesinde çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. Örneğin varyasyon sonucunda, bir sürüngen türünün içinde diğerine göre biraz daha uzun kuyruklu ya da biraz daha kısa ayaklı cinsler ortaya çıkabilir, çünkü kısa ayak bilgisi de, uzun ayak bilgisi de sürüngenlerin gen havuzunda vardır. Ama varyasyon sürüngenlere kanat takıp, tüy ekleyip, metabolizmalarını değiştirip onları kuşa dönüştüremez. Çünkü bu tür bir dönüşüm canlının genetik bilgisinde bir artış olmasını gerektirir, fakat varyasyonlarda böyle bir durum söz konusu değildir.

Darwin, teorisini ortaya attığında bu gerçeğin farkında değildi. Varyasyonların bir sınırı olmadığını sanıyordu. 1844’te yazdığı bir yazısında, “Çoğu yazar doğadaki varyasyonun bir sınırı olduğunu kabul ediyor, ama ben bu düşüncenin dayandığı tek bir somut neden bile göremiyorum.” demişti.28 Türlerin Kökeni‘nde de çeşitli varyasyon örneklerini teorisinin en büyük delili gibi göstermişti. Örneğin Darwin’e göre; daha bol süt veren inek cinsleri yetiştirmek için farklı inek varyasyonlarını çiftleştiren hayvan yetiştiricileri, sonunda inekleri başka bir canlı türüne dönüştüreceklerdi. Darwin’in, bu “sınırsız değişim” fikrini en iyi ifade eden ise, Türlerin Kökeni‘nde yazdığı şu cümleydi:

Bir ayı cinsinin doğal seleksiyon yoluyla giderek daha fazla suda yaşamaya uygun yapı ve alışkanlıklar elde etmesinde, giderek daha büyük ağızlara sahip olmasında ve sonunda bu canlının dev bir balinaya dönüşmesinde hiçbir zorluk göremiyorum.29

Darwin’in bu denli iddialı örnekler vermesinin nedeni, içinde yaşadığı yüzyılın ilkel bilim anlayışıydı. 20. yüzyıl bilimi ise, canlılar üzerinde yapılan benzeri deneyler sonucunda “genetik değişmezlik” (genetik homoestatis) denilen bir ilkeyi ortaya çıkardı. Bu ilke, bir canlı türünü değiştirmek için yapılan tüm eşleştirme (farklı varyasyon oluşturma) çabalarının sonuçsuz kaldığını, canlı türleri arasında aşılmaz duvarlar olduğunu ortaya koyuyordu. Yani farklı inek varyasyonlarını çiftleştiren hayvan yetiştiricilerinin sonunda inekleri Darwin’in iddia ettiği gibi başka bir türe dönüştürmeleri, kesinlikle mümkün değildi.

Darwin Retried adlı kitabın yazarı Norman Macbeth bu konuda şöyle demektedir:

Sorun canlıların gerçekten de sınırsız bir biçimde varyasyon gösterip göstermedikleridir… Türler her zaman için sabittirler. Yetiştiricilerin yetiştirdikleri değişik bitki ve hayvan cinslerinin belirli bir noktadan ileri gitmediğini, hatta hep orijinal formlarına geri döndüğünü biliriz. Asırlar süren yetiştirme çabalarına rağmen, hiçbir zaman siyah bir lale ya da mavi bir gül elde etmek mümkün olmamıştır.30

Hayvan yetiştiriciliği konusunda dünyanın en önemli uzmanlarından biri sayılan Luther Burbank bu gerçeği, “Bir canlıda oluşabilecek muhtemel gelişmenin bir sınırı vardır ve bu kanun, bütün yaşayan canlıları belirlenmiş bazı sınırlar içinde sabit tutar.” diyerek ifade etmektedir.31

Jerry Bergman, “Doğal Seleksiyon Teorisi ile İlgili Bazı Biyolojik Sorunlar” başlıklı makalesinde, varyasyonun hep belirli genetik sınırlar içinde gerçekleştiğini açıklayan biyolog Edward Deevey’den alıntı yaparak şu yorumda bulunur:

Deevey şu sonuca varır: “Çaprazlama çiftleştirme yöntemiyle çok önemli sonuçlara varılmıştır… Ama sonuçta buğday hala buğdaydır, örneğin üzüm değildir. Domuzlar üzerinde kanat oluşturmamız, kuşların yumurtalarını silindir şeklinde üretmeleri kadar imkansızdır.” Daha güncel bir örnek, son bir yüzyıl içinde dünyadaki erkek nüfusun boy ortalamasında görülen artıştır. Daha iyi beslenme ve bakım koşulları sayesinde erkekler son bir yüzyıl içinde rekor sayılabilecek bir boy ortalamasına ulaşmıştır, ama bu artış giderek durma noktasına gelmiştir. Çünkü varabileceğimiz genetik sınıra dayanmış durumdayız.32

Kısacası varyasyonlar, ancak bir türün genetik bilgisinin sınırları içinde kalan bazı değişimler meydana getirmekte, ancak hiçbir zaman türlere yeni bir genetik bilgi eklememektedir. Bu nedenle hiçbir varyasyon “evrim” örneği sayılamaz. Farklı köpek ya da at cinslerini ne kadar çifleştirirseniz çiftleştirin, sonuçta ortaya yine köpekler ya da atlar çıkacak, ama yeni türler oluşmayacaktır. Danimarkalı bilim adamı W. L. Johannsen bu konuyu şöyle özetler:

Darwin’in bütün vurgusunu üzerine dayandırdığı varyasyonlar, gerçekte belirli bir noktanın ilerisine götürülemezler ve bu nedenle varyasyonlar ‘sürekli değişim’in (evrimin) nedenini oluşturmazlar.33

“Mikroevrim” İtirafları

Görüldüğü gibi, Darwin’in “türlerin kökeni”nin açıklaması sandığı varyasyonların gerçekte böyle bir anlam taşımadıkları, genetik bilminin bulgularıyla anlaşıldı.

Bu nedenle evrimci biyologlar, tür içindeki çeşitlenme ile yeni tür oluşumunu birbirinden ayırmak ve bunlar hakkında iki ayrı kavram öne sürmek durumunda kaldılar. Tür içindeki çeşitlenmeye, yani varyasyona, “mikroevrim” adını verdiler. Yeni türlerin oluşması varsayımı ise “makroevrim” olarak adlandırıldı.

Bu iki kavram uzunca bir zamandır biyoloji kitaplarında yer alır. Ancak gerçekte burada yanıltıcı bir üslup kullanılmaktadır. Evrimci biyologların “mikroevrim” adını verdikleri varyasyon örneklerinin aslında evrim teorisiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü evrim teorisi, canlıların mutasyon ve doğal seleksiyon mekanizmalarıyla yeni genetik bilgiler kazanıp geliştiklerini öne sürer. Oysa varyasyonlar az önce belirttiğimiz gibi hiçbir zaman yeni bir genetik bilgi oluşturmaz ve dolayısıyla bir “evrim” sağlamazlar. Varyasyonlara “mikroevrim” adı verilmesi, evrimci biyologların ideolojik bir tercihidir.

Evrimci biyologların “mikroevrim” kavramını kullanarak verdikleri izlenim, varyasyonların uzun zaman içinde yepyeni canlı sınıflamaları oluşturabileceği yönündeki yanlış bir mantıktır. Nitekim konu hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmayan pek çok kişi “mikroevrim uzun zamana yayıldığında makroevrim oluşturur” gibi yüzeysel bir düşünceye kapılmaktadır. Bu düşüncenin örneklerini sık sık görmek mümkündür. Bazı “amatör” evrimciler, “insanların boy ortalaması bir yüzyıl içinde bile iki cm artmış, demek ki milyonlarca yıl içinde her türlü evrim gerçekleşebilir” gibi mantıklar öne sürerler. Oysa yukarıda belirtildiği gibi, boy ortalaması değişimi gibi varyasyonların hepsi, belirli genetik sınırlar içinde gerçekleşen ve evrimle ilgisi olmayan dalgalanmalardır.

Nitekim, “mikroevrim” adını verdikleri varyasyonların yeni canlı sınıflamaları oluşturamadığını, yani “makroevrim” sağlamadığını günümüzde evrimci otoriteler de kabul etmektedir. Evrimci biyologlar, Gilbert, Opitz ve Raff, Developmental Biology dergisinde yayınlanan 1996 tarihli bir makalelerinde bu konuyu şöyle açıklarlar:

Modern Sentez (neo-Darwinist teori) önemli bir başarıdır. Ancak, 1970’lerden başlayarak, çok sayıda biyolog bu teorinin evrimi açıklama konusundaki yeterliliğini sorgulamaya başladı. Genetik bilimi, mikroevrimi açıklamak için yeterli bir araç olabilir, ama genetik bilgi üzerindeki mikroevrimsel değişiklikler, bir sürüngeni bir memeliye çevirebilecek ya da bir balığı amfibiyene dönüştürecek türden değildir. Mikroevrim, sadece uygun olanların hayatta kalması kavramına yardımcı olabilir, uygunların oluşumunu açıklayamaz. Goodwin’in 1995’te belirttiği gibi, “türlerin kökeni, yani Darwin’in problemi, çözümsüz kalmaya devam etmektedir.”34

“Mikroevrim” adı verilen varyasyonların “makroevrim” iddiasına, yani türlerin kökenine hiçbir açıklama getiremediği, başka evrimci biyologlar tarafından da kabul edilmiştir. Ünlü bilim yazarı Roger Lewin, Kasım 1980’de Chicago Doğa Tarihi Müzesi’nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren ünlü sempozyumda bu konuda varılan sonucu şöyle anlatır:

Darwin’in (varyasyonlardan yola çıkarak) yaptığı mantık yürütmeler haklı mıydı? Evrimsel biyolojinin tarihindeki son 40 yılın en önemli konferanslarından birine katılan bilim adamlarının ortaya koydukları yargıya göre, bu sorunun cevabı “hayır”dır. Chicago konferansındaki temel mesele, mikroevrimi sağlayan mekanizmaların, makroevrim adını verdiğimiz fenomeni açıklamak için de kullanılıp kullanılamayacağı olmuştur… Cevap açıklıkla verilebilir: Hayır.35

Bu gerçek şöyle de özetlenebilir: Darwinizm’in yüzyılı aşkın bir süredir “evrim delili” olarak gördüğü varyasyonların, gerçekte “türlerin kökeni”yle hiçbir ilgisi yoktur. İnekler milyonlarca yıl boyunca farklı eşleşmelerle çiftleştirilebilir ve farklı inek cinsleri elde edilebilir. Ama inekler hiçbir zaman başka bir canlı türüne, örneğin zürafalara ya da fillere dönüşmeyecektir.

gaga

Darwin’in Galapagos Adaları’nda gördüğü ve teorisine delil sandığı farklı ispinoz gagaları, gerçekte bir genetik varyasyon örneğidir ve “türlerin evrimi” iddiasına bir delil oluşturmaz.

Darwin’in Galapagos Adaları’nda gördüğü farklı ispinozlar da aynı şekilde “evrim”e delil oluşturmayan bir varyasyon örneğidir. Son yıllarda yapılan gözlemler, ispinozlarda Darwin’in teorisinin öngördüğü gibi sınırsız bir değişim yaşanmadığını ortaya koymuştur. Dahası, Darwin’in 14 ayrı tür olarak belirlediği farklı ispinoz tiplerinin çoğu, aslında birbirleri ile çiftleşebilen, yani aynı türün üyeleri olan varyasyonlardır. Bilimsel gözlemler, hemen her evrimci kaynakta efsaneleştirilerek anlatılan “ispinoz gagaları” örneğinin, gerçekte bir “varyasyon” örneği olduğunu, yani evrim teorisine delil oluşturmadığını göstermektedir. Galapagos Adaları’na “Darwinistik evrimin kanıtlarını bulmak” için giden ve adalardaki ispinoz türlerini uzun yıllar boyunca gözlemleyen Peter ve Rosemary Grant’in ünlü çalışmaları, adada bir “evrim” yaşanmadığını belgelemekten başka bir sonuç vermemiştir.36

İşte bu nedenle de, Darwin’in problemi, yani “türlerin kökeni”, evrimciler için hala cevapsızdır.

Fosil Kayıtlarına Göre Türlerin Kökeni

Evrim teorisinin iddiasına göre, yeryüzündeki canlı türleri ortak bir atadan, küçük değişiklikler sonucunda türemişlerdir. Diğer bir deyişle, teoriye göre, canlı türleri birbirinden kesin farklılıklarla ayrılmamakta, süreklilik göstermektedir. Ancak, doğada yapılan gözlemler, ortada iddia edildiği gibi bir süreklilik olmadığını göstermiştir. Canlılar dünyasında görülen, birbirinden belirgin değişikliklerle ayrılan, farklı kategorilerdir. Omurgalı paleontolojisinde uzman ve önde gelen evrimcilerden biri olan Robert Carroll, bunu Patterns and Processes of Vertebrate Evolution adlı kitabında şöyle itiraf eder:

Bugün dünya üzerinde neredeyse kavranamayacak kadar çok sayıda tür yaşıyor olmasına rağmen, bunlar birbirinden güçlükle ayırt edilebilen ara formlardan oluşan sürekli bir spektrum oluşturmazlar. Bunun yerine, türlerin nerdeyse tamamı, birbirinden belirgin şekilde farklı temel gruplara aittirler.37

Evrim, tarihte yaşandığı iddia edilen bir süreçtir ve bizlere canlılığın tarihi hakkında bilgi verecek yegane bilimsel kaynak da fosil bulgularıdır. P. Grassé, bu konuda şunları söyler:

Doğa bilimciler unutmamalıdırlar ki, evrim süreci sadece fosil kayıtları aracılığıyla açığa çıkar… Sadece paleontoloji (fosil bilimi) evrim konusunda delil oluşturabilir ve evrimin gelişimini ve mekanizmalarını gösterebilir.38

fosil-aramak

Canlılığın kökenine ışık tutan en önemli bilim dalı paleontoloji, yani fosil bilimidir. İki yüzyıldır büyük bir çabayla incelenen fosil yatakları, Darwin’in teorisinin tam aksi bir tablo ortaya koymaktadır. Türler, evrimleşerek ortaya çıkmamışlar, bir anda ve farklı yapılarıyla yeryüzünde belirmişlerdir.

Fosil kayıtlarının bu konuda bize ışık tutabilmesi için de, evrim teorisinin öngörüleri ile fosil bulgularını birbirleriyle karşılaştırmamız gerekir.

Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre, bu dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız “ara türler“in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.

Örneğin geçmişte, balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Geçmişte yaşamış olduklarına inanılan bu teorik canlılara “ara geçiş formu” adı verilir.

Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa, bunların sayılarının ve türlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Çünkü bu ara geçiş formlarının sayısının bugün bildiğimiz hayvan türlerinden bile fazla olması ve dünyanın dört bir yanının fosilleşmiş ara geçiş formu kalıntılarıyla dolu olması lazımdır. Bu gerçek Darwin tarafından da kabul edilmiştir ve Darwin, Türlerin Kökeni‘nde bunu şöyle açıklamıştır:

Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır… Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.39

Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu da görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni kitabının “Teorinin Zorlukları” (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:

Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz… Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır.40

Darwin’in bu büyük açmaz karşısında öne sürdüğü tek açıklama ise, o dönemdeki fosil kayıtlarının yetersiz olduğuydu. Fosil kayıtları detaylı olarak incelendiğinde, kayıp ara formların mutlaka bulunacağını iddia etmişti.

Ara Formlar Sorunu ve Durağanlık

Evrimci paleontologlar, Darwin’in bu kehanetine dayanarak, 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yaptılar ve ara geçiş formlarını aradılar. Oysa, tüm çabalara rağmen bu ara geçiş formlarına hiçbir zaman rastlanamadı. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrim teorisinin öngörülerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını gösterdi.

Evrimci paleontolog Robert Carroll, fosil bulgularının Darwinistlerin ümitlerini boşa çıkardığını itiraf etmek zorunda kalmıştır:

Darwin’in ölümünden bu yana geçen 100 yılı aşkın süredir, devam eden hummalı toplama çalışmalarına rağmen, fosil kayıtları halen onun beklediği sayısız ara geçiş halkalarına ilişkin bir resim ortaya çıkarmaz.41

Bir başka evrimci paleontolog K. S. Thomson, yeni canlı gruplarının fosil kayıtlarında çok ani olarak ortaya çıktıklarını belirtmektedir:

Temel bir canlılar grubu ortaya çıktığında ve kayıtlarda ilk olarak göründüğünde, atası veya evrimsel akrabası olduğu varsayılan gruplarda görülmeyen yeni özelliklerle tamamen donatılmış olarak ortaya çıkar. Morfoloji ve işlevlerdeki bu radikal farklılıklar çok hızlı ortaya çıkmış görünmektedir.42

Biyolog Francis Hitching ise, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong adlı kitabında şöyle demektedir:

Eğer fosiller buluyorsak ve eğer Darwin’in teorisi doğruysa, o halde kayaların belirli bir grup yaratığın, daha kompleks bir başka grup yaratığa doğru küçük kademelerle evrimleştiğini gösteren kalıntılar ortaya çıkarması gerekir. Bu nesilden nesile ilerleyen “küçük gelişmelerin” son derece iyi korunmuş olması gerekir. Ama durum hiç de böyle değildir. Aslında, bunun tam tersi doğrudur. Darwin’in “sayısız ara form olmalı, ama bunları neden yeryüzünün sayısız katmanında bulamıyoruz” derken yakınmış olduğu gibi. Darwin, fosil kayıtlarındaki bu “olağanüstü eksikliğin” sadece daha fazla fosil kazısı yapmakla ilgili olduğunu düşünmüştür. Ama her ne kadar yeni fosil kazısı yapılırsa yapılsın, bulunan türlerin neredeyse hepsinin, istisnasız, bugün yaşamakta olan hayvanlara çok benzediği ortaya çıkmıştır.43

Fosil kayıtları, canlı türlerinin hem bir anda ve tamamen farklı yapılarda ortaya çıktıklarını, hem de çok uzun jeolojik dönemler boyunca değişmeden sabit kaldıklarını göstermektedir. Harvard Üniversitesi paleontoloğu ve ünlü evrimci Stephen Jay Gould, bu gerçeği 1970’lerin sonunda şöyle kabul eder:

FOSİL KAYITLARINDAKİ DURAĞANLIK

Eğer gerçekten bir evrim yaşanmış olsaydı, canlıların yeryüzünde küçük kademeli değişimlerle ortaya çıkmaları ve zaman içinde de değişmeye devam etmeleri gerekirdi. Oysa fosil kayıtları bunun tam aksini gösterir. Farklı canlı sınıflamaları, kendilerine benzeyen ataları olmadan aniden ortaya çıkmışlar ve yüz milyonlarca yıl boyunca hiç değişim geçirmeden durağan bir biçimde kalmışlardır.

fosil

Fosil kayıtlarında Darwin’in öngördüğü gibi kademeli bir gelişim yoktur. Farklı canlı türleri, kendilerine has vücut yapılarıyla bir anda ortaya çıkarlar.

Ordovikyen Devri’ne ait “at tırnağı yengeci” fosili. Bu 450 milyon yıllık fosil de, günümüzde yaşayan örneklerinden farksız.

fosil

400 milyon yıllık deniz yıldızı fosili

nautilus

Ammonitler, yaklaşık 350 milyon yıl önce ortaya çıktılar ve 65 milyon yıl kadar önce soyları tükendi. Bu 300 milyon yıl boyunca üstteki fosilde görülen yapıları hiç değişmedi.

bakteri fosilleri

ABD Batı Ontario’da bulunan 1.9 milyar yıllık bakteri fosilleri. Bugün yaşayan bakterilerle aynı yapıdalar.

fosil

Ordovikyen Devri’ne ait istiridye fosilleri; yaşayan istiridyelerden farksız.

Fosilleşmiş türlerin çoğunun tarihi, kademeli evrimle çelişen iki farklı özellik ortaya koymaktadır:

1. Durağanlık: Çoğu tür, dünya üzerinde var olduğu süre boyunca hiçbir yönsel değişim göstermez. Fosil kayıtlarında ilk ortaya çıktıkları andaki yapıları ne ise, kayıtlardan yok oldukları andaki yapıları da aynıdır. Morfolojik (şekilsel) değişim genellikle sınırlıdır ve belirli bir yönü yoktur.

2. Aniden ortaya çıkış: Herhangi bir lokal bölgede, bir tür, atalarından kademeli farklılaşmalara uğrayarak aşama aşama ortaya çıkmaz; bir anda ve “tamamen şekillenmiş” olarak belirir.44

Sonraki araştırmalar, fosil kayıtlarında görülen durağanlık ve aniden ortaya çıkış gerçeğini daha da kuvvetlendirdi. Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge, 1993’te “Jeolojik tarihleri boyunca türlerin çoğu ya fark edilecek kadar değişmemiş ya da hiçbir belirgin yönelimi olmaksızın morfolojik açıdan hafif dalgalanmalar göstermiştir.” diye yazdılar.45 Robert Carroll 1997’de “temel grupların çoğunun jeolojik açıdan çok kısa sürelerde oluşarak çeşitlendiğini ve temel morfolojik ya da besinsel değişiklikler olmaksızın çok daha uzun süreler varlığını sürdürdüğünü” kabul etmek zorunda kalmıştır.46

Bu noktada “ara form” kavramının tam olarak ne anlama geldiğini belirtmek gerekir. Evrim teorisinin öngördüğü ara formlar, iki canlı türü arasında kalan, ancak eksik ve yarım organlara sahip canlılardır. Ancak bazen ara form kavramı yanlış algılanmakta ve gerçekte ara form özelliği oluşturmayan canlı yapıları ara form özelliği gibi anlaşılabilmektedir. Örneğin bir canlı grubunun diğer canlı grubuna ait özellikler barındırması, bir ara form özelliği değildir. Avustralya’da yaşayan Platypus, bir memeli olmasına rağmen sürüngenler gibi yumurtlayarak çoğalır. Ayrıca ördeklere benzer bir gagası bulunur. Bilim adamları Platypus gibi canlılara “mozaik canlı” ismini verirler. Mozaik canlıların ara form sayılamayacağı, Stephen J. Gould ve Niles Eldredge gibi önde gelen evrimci paleontologlar tarafından da kabul edilmektedir.47

Fosil Kayıtlarının Yeterliliği

Acaba ara form fosillerinin yokluğu karşısında, Darwin’in 140 yıl önce savunduğu “ara formlar şimdi yok, ama yeni araştırmalarla bulunabilir” argümanı hala geçerli midir? Bir başka deyişle, yapılan tüm fosil araştırmalarının sonucuna bakarak, ara formların gerçekte hiçbir zaman yaşamadıklarının kabul edilmesi mi gerekir, yoksa yeni araştırmaların sonuçları beklenmeli midir?

Bu soruya verilecek cevabı, elbette elimizdeki fosil kayıtlarının zenginliği belirler. Paleontolojik verilere baktığımızda ise, fosil kayıtlarının olağanüstü derecede zengin olduğunu görürüz. Dünyanın farklı bölgelerinden elde edilmiş milyarlarca fosil örneği vardır.48 Bu fosillere bakılarak, 250 bin farklı canlı türü tanımlanmıştır ve bunlar, şu anda yaşamakta olan yaklaşık 1.5 milyon türe olağanüstü derecede benzerdir. 49 (Yaşamakta olan bu 1.5 milyon türün 1 milyon kadarı böceklere aittir.) Ve bu denli zengin bir fosil kaynağına rağmen hiçbir ara form bulunamamışken, yeni kazılarla ara formlar bulunması mümkün gözükmemektedir.

Glasgow Üniversitesi paleontoloji profesörü T. Neville George, bu gerçeği yıllar önce şu şekilde kabul etmiştir:

Fosil kayıtlarının fakirliği için özür dilemeye artık gerek yoktur. Fosil kayıtları bazı yönlerden başa çıkılamayacak kadar zengin… buna rağmen boşluklardan oluşmaya devam etmektedir.50

yusufçuk fosili Almanya’nın Bavyera bölgesinde bulunan 140 milyon yıllık yusufçuk fosili. Yaşayan yusufçukların aynısı.

böcek fosili Baltık Denizi kıyılarında amber içinde bulunan yaklaşık 170 milyon yıllık bir böcek fosili. Yaşayan örneklerinden farksız.

termit fosili Amber içinde bulunmuş 25 milyon yıllık termit fosilleri. Günümüzde yaşayan termitlerden tümüyle farksızlar.

karides fosili Jurasik devre ait yaklaşık 170 milyon yıllık karides fosili. Günümüzdeki karideslerden farksız.

sinek fosili 35 milyon yıllık sinekler. Günümüzde yaşayan sineklerle aynı vücut yapısına sahipler.

akrep fosili İskoçya’daki East Kirkton bölgesinde bulunmuş olan bilinen en eski akrep fosili. Pulmonoscorpius kirktonensis adı verilen türe ait bu akrep, 320 milyon yıllık ve günümüz akreplerinden farksız.

Amerikan Doğa Tarihi Müzesi Müdürü ünlü paleontolog Niles Eldredge ise, Darwin’in “fosil kayıtları yetersiz, ara formları o yüzden bulamıyoruz” iddiasının geçerli olmadığını şöyle açıklamaktadır:

Tüm deliller, fosil kayıtlarının ortaya koyduğu sonucun doğru olduğunu göstermektedir: (Fosil kayıtlarında) gördüğümüz boşluklar, hayatın tarihindeki gerçek olayları yansıtmaktadır, bunlar yetersiz bir fosil birikiminin sonucu değildir.51

Robert Wesson ise, 1991’de yayınlanan Beyond Natural Selection adlı kitabında “fosil kayıtlarındaki boşlukların gerçek ve olgusal” olduklarını şöyle açıklamaktadır:

Ne var ki, fosil kayıtlarındaki boşluklar gerçektir. Herhangi bir (evrimsel) soyoluşumunu gösterecek kayıtların yokluğu, son derece olgusaldır. Türler genellikle çok uzun zaman dilimleri boyunca sabit kalırlar. Türler ve özellikle cinsler hiçbir zaman yeni bir türe ya da cinse doğru evrim göstermezler. Bunun yerine, bir tür ya da cinsin bir diğeriyle yer değiştirdiği gözlenir. Değişim ise çoğunlukla anidir.52

Bu durum, evrim teorisinin 140 yıldır öne sürdüğü “ara form fosilleri bulunmuş değil, ama ileride bulunabilir” argümanının artık geçerli olmadığını göstermektedir. Fosil kayıtları canlılığın kökenini anlamak için yeterince zengindir ve karşımıza somut bir tablo çıkarmaktadır: Farklı canlı türleri, aralarında evrimsel “geçiş formları” olmadan, yeryüzünde bir anda ve farklı yapılarıyla, ayrı ayrı ortaya çıkmışlardır.

Fosil Kayıtlarının Gösterdiği Gerçek

Peki on yıllardır toplumların bilinçaltlarına yerleşen “evrim-paleontoloji” ilişkisi nereden kaynaklanmaktadır? Neden çoğu insan, fosil kayıtlarından söz edildiğinde, bu kayıtlar ile Darwin’in teorisi arasında olumlu bir bağlantı olduğu izlenimine kapılmaktadır? Bu soruların cevabı, ünlü bilim dergisi Science‘daki bir makalede şöyle açıklanır:

Evrimsel biyoloji ve paleontoloji alanlarının dışında kalan çok sayıda iyi eğitimli bilim adamı, ne yazık ki, fosil kayıtlarının Darwinizm’e çok uygun olduğu gibi yanlış bir fikre kapılmıştır. Bu büyük olasılıkla ikincil kaynaklardaki olağanüstü basitleştirmeden kaynaklanmaktadır; alt seviye ders kitapları, yarı-popüler makaleler vs… Öte yandan büyük olasılıkla biraz taraflı düşünce de devreye girmektedir. Darwin’den sonraki yıllarda, onun taraftarları bu yönde (fosiller alanında) gelişmeler elde etmeyi ummuşlardır. Bu gelişmeler elde edilememiş, ama yine de iyimser bir bekleyiş devam etmiş ve bir kısım hayal ürünü fantaziler de ders kitaplarına kadar girmiştir.53

N. Eldredge ve I. Tattersall ise bu konuda şu önemli yorumu yaparlar:

Ayrı türlere ait fosillerin, fosil kayıtlarında bulundukları süre boyunca değişim göstermedikleri, Darwin’in Türlerin Kökeni‘ni yayınlamasından önce bile paleontologlar tarafından bilinen bir gerçektir. Darwin ise, gelecek nesillerin bu boşlukları dolduracak yeni fosil bulguları elde edecekleri kehanetinde bulunmuştur… Aradan geçen 120 yılı aşkın süre boyunca yürütülen tüm paleontolojik araştırmalar sonucunda, fosil kayıtlarının Darwin’in bu kehanetini doğrulamayacağı açıkça görülür hale gelmiştir. Bu, fosil kayıtlarının yetersizliğinden kaynaklanan bir sorun değildir. Fosil kayıtları açıkça söz konusu kehanetin yanlış olduğunu göstermektedir.

Türlerin şaşırtıcı bir biçimde sabit oldukları ve uzun zaman dilimleri boyunca hep statik kaldıkları yönündeki gözlem, “kral çıplak” hikayesindeki tüm özellikleri barındırmaktadır: Herkes bunu görmüş, ama görmezlikten gelmeyi tercih etmiştir. Darwin’in öngördüğü tabloyu ısrarla reddeden hırçın bir fosil kaydı ile karşı karşıya kalan paleontologlar, bu gerçeğe açıkça yüz çevirmişlerdir.54

Amerikalı paleontolog S. M. Stanley ise, fosil kayıtlarının ortaya koyduğu bu gerçeğin, bilim dünyasına hakim olan Darwinist dogma tarafından nasıl göz ardı edildiğini ve ettirildiğini şöyle anlatır:

Bilinen fosil kayıtları kademeli evrimle uyumlu değildir ve hiçbir zaman da uyumlu olmamıştır. İlgi çekici olan, birtakım tarihsel koşullar aracılığıyla, bu konudaki muhalefetin gizlenmiş oluşudur… Çoğu paleontolog, ellerindeki kanıtların Darwin’in küçük, yavaş ve kademeli değişikliklerin yeni tür oluşumunu sağladığı yönündeki vurgusuyla çeliştiğini hissetmiştir… ama onların bu düşüncesi susturulmuştur.55

Şimdi, fosil kayıtlarının şimdiye dek “susturulmuş” olan gerçeğini biraz daha detaylı inceleyelim. Bunun için, en eski çağlardan bugüne kadar geçen doğa tarihini aşama aşama ele almak gerekmektedir.

DİPNOTLAR

28       Loren Eiseley, The Immense Journey, Vintage Books, 1958, s. 186.

29       Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184.

30       Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Harvard Common Press, New York: 1971, s. 33.

31       Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, s. 36.

32       Jerry Bergman, “Some Biological Problems With the Natural Selection Theory”, The Creation Research Society Quarterly, vol. 29, no. 3, December 1992.

33       Loren Eiseley, The Immense Journey, Vintage Books, 1958, s 227; Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Harvard Common Press, Boston, 1971, s. 33.

34       Scott Gilbert, John Opitz and Rudolf Raff, “Resynthesizing Evolutionary and Developmental Biology”, Developmental Biology 173, Article no. 0032, 1996, s. 361.

35       R. Lewin, “Evolutionary Theory Under Fire”, Science, vol. 210, 21 November 1980, s. 883.

36       H. Lisle Gibbs and Peter R. Grant, “Oscillating selection on Darwin’s finches”, Nature, 327, 1987, s. 513; Ayrıntılı bilgi için bkz. Jonathan Wells, Icons of Evolution, 2000, s. 159-175.

37       Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1997, s. 9.

38       Pierre Grassé, Evolution of Living Organisms. New York, Academic Press, 1977, s. 82.

39       Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179.

40       Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280.

41       Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1997, s. 25.

42       K. S. Thomson, Morphogenesis and Evolution, Oxford, Oxford University Press, 1988, s. 98.

43       Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, Tichnor and Fields, New Haven, 1982, s. 40.

44       S. J. Gould,”Evolution’s Erratic Pace”, Natural History, vol. 86, Mayıs 1977.

45       Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge, “Punctuated Equilibria: The Tempo and Mode of Evolution Reconsidered”, Paleobiology, 3 (2), 1977, s. 115.

46       Robert L. Carroll, Patterns and Processes of Vertebrate Evolution, Cambridge University Press, 1997, s. 146.

47       S. J. Gould & N. Eldredge, Paleobiology, vol 3, 1977, s. 147.

48       Duane T. Gish, Evolution: Fossils Still Say No, CA, 1995, s. 41.

49       David Day, Vanished Species, Gallery Books, New York, 1989.

50       T. Neville George, “Fossils in Evolutionary Perspective”, Science Progress, vol. 48, January 1960, s. 1, 3.

51       N. Eldredge and I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, s. 59.

52       R. Wesson, Beyond Natural Selection, MIT Press, Cambridge, MA, 1991, s. 45.

53       Science, 17 Temmuz 1981, s. 289.

54       N. Eldredge ve I. Tattersall, The Myths of Human Evolution, Columbia University Press, 1982, s. 45-46.

55       S. M. Stanley, The New Evolutionary Timetable: Fossils, Genes, and the Origin of Species, Basic Books, Inc., Publishers, N.Y., 1981, s. 71.