Din ile bilim çatışır mı?
Din ile bilimin çatıştığı iddiasında olanların şöyle bir savı vardır: Bilim ilerledikçe evrenin sırları çözülecek ve insan hayatı mükemmele doğru gidecektir. Başka bir ifade ile, bilim bir hayat tarzına veya bir ideolojiye dönüşecektir. Oysaki bilim bir yaşam felsefesi değildir, kendi başına birşey ifade etmez. Sadece kainattaki gözlemsel verilerden sonuçlar çıkararak insanlığn hizmetine verir. Bu bulgulardan nasıl faydalanacağını insanların dünyaya bakış açıları belirler. İnsanlık için büyük faydalar sağlayabilecekken yanlış insanların elinde teknolojik imkanlar kötü sonuçlar verebilir. Kaldı ki yaşanan tecrübeler bilimsel bulguların kimi zaman insan hayatını mükemmelleştirmekten ziyade kabusa çevirdiğini göstermiştir:
Atom bombası veya kimyasal silahlar üreterek toplu katliamlar yapanlar, sorumsuzca genlerle oynayarak hilkat garibeleri yaratanlar, çevreyi kirleterek doğal afetlere neden olanlar yada sayısız teknolojik hırsızlığı gerçekleştirenler bunun açık örnekleridir. Demek ki bilimsel ilerleme şüphesiz insanlığın faydasını gözeten bir hayat görüşüne sahip olanların elinde bir anlam ifade eder.Bu noktada din bilimden farklı birşey olarak karşımıza çıkar: Din, kesin olarak insanlığın refahını ve mutluluğunu hedefleyen bir yaşam tarzıdır. Ancak bu amaçla bilimin kendisine sunduğu gerçeklerden ve kolaylıklardan faydalanır. Dolayısıyla bilim ile çatışmadığı gibi, bilimsel araştırmaları destekler. Ve bilimadamlarının çalışmalarını rahatça ve özgürce sürdürebilecekleri ortamı oluşturmalarını yardımcı olur.
Ayrıca bilim, sunduğu detaylı bilgilerle bir nevi dinin açıklayıcısı ve yardımcısıdır. Bunun en somut örneği hiçbir bilimsel delile dayanmaksızın ortaya atılan evrim gibi ideolojik safsataları da anında çürüterek gerçekleri ortaya çıkartmasıdır. Örneğin son kırk yıl içersinde gerçekleşen olağanüstü bilimsel ilerlemeler, hücre konusunda detaylı bilgiye sahip olmamıza ve DNA ve RNA’yı öğrenmemize sebep oldu. Bu mucizevi bulgular yaratılışın hiçbir tesadüfi etkene dayanmaksızın biliçli bir tasarım olduğu tereddütsüz ortaya koymaktadır.
Buraya kadar özetlersek, deneysel yöntemlerle, vahiy yoluyla elde edilen bilgi arasında herhangi bir çatışmadığı olmadığı gibi bir paralellik vardır. Nasıl ki din bilimin bulgularından faydalanıyorsa, bilimi de uğraşılmaya değer kılan dinin özünü teşkil eden yaratılış mucizesidir. Zira eğer evren, insan ve diğer canlılar kendi içlerinde ve birbirleriyle sistematik bir düzen içinde yaratılmasaydı, bilimin uğraşılmaya değer hiçbir dalı olmayacaktı.
Oysa ki, bilim dünyasının evrenin oluşumu ve insan ve diğer canlılar konusunda derin araştırmaları ve bulguları vardır. Bu bulgular hayatın başlangıcı ve canlıların oluşumunun kesin olarak tesadüfi olamayacağını, yani kainatta akıllı bir tasarım olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla bilim, prensip olarak araştırılmaya değer, kurallar içeren ve süreklilik arzeden bir kainatın varlığına inanır. (Bu satırlarda bilimin din ile ne kadar paralellik arzettiği açıkça görülüyor) Bilimin din ile çatıştığı iddiasının Ortaçağ’daki din dışı uygulamalardan kaynaklandığını belirtmek gerekir. Orjinalliğini kaybeden Hıristiyanlığın, ruhban sınıfının elinde maddi menfaat aracı haline gelmesi haksız uygulamalara sebep olmuştur. Bu haksız uygulamalardan bilim dünyasıda nasibini almış, özgür çalışma ortamını yitirerek Kilise’nin baskısı altında kalmıştır. Kopernik ve Galileo’nun uyradığı baskılar bu konuda tarihte verilen belli başlı örneklerdir. Sonuçta bu tip örnekler genelleştirilerek bilim dünyası din karşında rakip duruma düşürülmüştür.
Orjinalliğini kaybeden Hıristiyanlık ve Museviliğin çelişkilerle dolu olması ve bundan dolayı birçok bilimsel gelişmeye karşı durması doğaldır. (Hatta, İslam adına bir takım hurafeleri ortaya atanlar da aynı bağnazlığı gösterir) Oysaki daha önce belirttiğimiz gibi gerçek din bilim ile karşıt değildir. Bunun en güzel örneği, orjinalliğini koruyan İslam’dır. İçinde hiçbir çelişki bulunmadığı için bilimsel araştırmalardan ve bulgulardan bir tedirginlik duymaz, bilakis kendine olan güveniniden dolayı teşvik eder. Bunun somut delili Allah’ın Kuran’da insanları araştırmaya, düşünmeye ve bilmeye yöneltmesidir. Başka bir ayette ise, Allah “… Hiç bilenlerle bilmeyenler bilenle bilmeyen bir olur mu?..” (Zümer Suresi, 9) diyerek bilmenin önemini vurgulamıştır. Zira, yartılış mucizesinin sırlarını bilen bir insan Allah’ın varlığına kesin bir bilgiyle kanaat getirir. Bilginin detaylarına inildikçe (özellikle çıplak gözle algılanamayan mikrokozmik alana inildiğinde) bu kanaat daha da güçlenir.Bilim objektifliğini kaybedip materyalist, natüralist ve ateist ideolojilerin emrine girdiği anda ise tabii olarak din ile çatışır. Zira bu noktada bilim hizmet ettiği ideolojilerin dünya görüşleri doğrultusunda hayatı açıklamaya çalışan felsefi bir boyuta girmiş olur.
Böylelikle birtakım bilimsel gerçekleri gözardı ederek kendisine ideolojik bir sınır koyar. (Tıpkı doğaüstü bir Yaratıcı’nın varlığına işaret ediyor diye yaratılışın delillerini örtbas etmek istemesi gibi…) Bu ise bilimin doğasına aykırıdır. Bilimden beklenen objektifliğini her koşulda koruyarak açık yüreklilikle ve ön yargısız olarak gözlemsel bulgularını cesaretle açıklamasıdır.
Ayrıca, bilimin asıl işlevini kenara bırakarak, materyalist, natüralist ve ateist ideolojiler doğrultusunda herşeyi açıklama gayretleri çelişkilerle dolu ve yetersiz kalmaktadır. Zira bilim bir din değildir. İnsanlar tarafından oluşturulan ideolojiler elbette, zamana ve mekana bağlı olarak eksiklikler ve yanlışlıklar içerecektir. Oysa ki din, herşeyi kesin ve açık olarak açıklayan (hayatı ve ölüm sonrasını da içine alarak) ve hiçbir çelişki içermeyen Allah sözüdür.
Din ile bilimin çatıştığı iddiası geçersizdir. Zira her biri insan yaşamında farklı görevler üstlenir. Bilim gözleme ve deneye dayalı olayları inceleyerek ortaya verilerini koyar. Bunu yaparken de tamamen objektif olmalı, hiçbir ideolojik görüşü savunma gayesinde olmamalıdır.Din ise, Allah’ın varlığını, yaratılış gerçeğini ve ölüm sonrası hayatı insanlara bildirir. Ve buna göre insanların yaşam tarzlarını ve amaçlarını şekillendirir. Dolayısıyla bilimden farklı olarak belirli bir dünya görüşü içerir.
Varlıktan Yokluğa Big-Bang Evrenin nasıl varolduğu sorusu doğal olarak insanın kendisine yönelttiği temel sorulardandır. Bu konuda farklı yaklaşımlar olmuş, kimileri evrenin bir başlangıcı olduğunu ileri sürerken kimileride maddenin ezelden beri varolduğunu savunmuştur. Bu yaklaşımlara paralel olarak, özellikle bilim dünyasında oldukça çetin tartışmalar yaşanmaktadır. Evrenin nasıl varolduğu sorusu, neden bu kadar önem taşımaktadır? Bu neyi değiştirecektir? Günlük hayatımızı nasıl etkiler?
Basit bir mantıkla düşünsek bile, Evrenin bir başlangıcı olması kainatın yoktan varedildiği, yani yaratıldığı anlamına gelir. Akıl kullanmaya devam ederek, eğer yaratılan bir varlık varsa (daha önce yokluk iken…) bunun mutlaka bir Yaratıcısının da olduğunu kolayca anlarız. Yoktan varolma, zamanın ve mekanın olmadığı, daha önce eşi benzeri görülmemiş, insan aklının kavrayamayacağı bir şeydir. (Yokluk kavramı insanın pratikte kavrağacağı birşey değildir. Zira bir şey hayal etmeğe başladığınızda bir varlık söz konusudur). Dolayısıyla, yoktan varetmek, birşeyleri biraraya getirerek yaratmadan (sanat yapıtları veya teknolojik bulgular gibi…) çok farklıdır. Çünkü yaratılan şeyin hiçbir örneği yok iken, hatta yaratmak için zaman ve mekan dahi yok iken, bir şeyin bir anda, bir defada kusursuzca varolması, ancak Allah’ın yaratmasının bir delilidir.
Evrenin yoktan varolması, bunun bir Yaratıcısının olması demektir. Bu da derin düşünülürse çok şeyi değiştirir. İnsanların hayatın anlamını kavramalarına ve buna göre bakış açılarını ve amaçlarını belirlemesine sebep olur. Bu yüzden, birtakım bilim çevreleri -kesin olarak delilerini gördüğü halde- tam olarak kavrayamadıkları yaratılış gerçeğini “doğaüstü” ilan ederek görmezlikten gelmeye kalkıştılar. Böylelikle -bu bilimsel deliller kesin olarak Yaratıcı’nın varlığına işaret ettiği için- bir çeşit düşünce bulanıklığı yaratmak kastıyla bir takım alternatif varoluş teorileri icat edilmiştir. Ancak bilimselliğin ışığı altında ortaya çıkan deliller kısa zamanda bu iddialara kesin olarak son verdi. Şimdi evrenin nasıl varolduğu konusundaki bilimsel gelişim sürecini fazla detaylara girmeden görelim.
Tahmin ettiğiniz gibi, evrenin nasıl oluştuğu sorusunun cevabını vermek için evrenin oluşumunu tekrar laboratuvar şartlarında test etmek imkansızdır. Bunun yerine ilerleyen teknolojik imkanlarla elde edilen bilimsel bulgular evrenin oluşumu hakkında önemli deliller sunar. Bu delillerin ilki her geçen gün yeni bulgularla desteklenen ve tüm dünyada kabul gören “evrenin sürekli genişlemesi”dir. Eğer bir teleskop alıp yıldızları gözlemler ve ölçümler yaparsanız, yıldızların sizden uzaklaştığını görürsünüz. Teleskop ile bakıldığında yıldızların dünyadan gittikçe uzaklaştığını ilk defa keşfeden Amerikalı astronom Edwin Hubble oldu. Yıldızları incelerken, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru kayan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim dünyasında büyük bir yankı yarattı.
Çünkü kızıl renk evrenin oluşumunu saptıyabilmek için çok şey ifade ediyordu. Bilinen fizik kuralına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfıda kızıl yöne doğru kaymaktaydı. Bu bulgular Einstein’ın genel görecelik kuramının işaret ettiği genişleyen kainat modeli ile ilgili tahminlerinin doğru olduğunun ilk delilleridir.
Evrenin sürekli genişlemesi ve sistemdeki muhteşem denge bilim dünyasında önemli kanıtlar oluşturdu. Buna göre, evren sürekli genişliyorsa mantıksal olarak bunun tersini düşünürsek, geçmiş bir zamanda kainattaki bütün madde çok küçük bir yere sıkıştırılmıştı. Basit bir mantıkla anlaşılan bu gerçeği ilk olarak bir roket bilimcisi gündeme getirdi. Bu Bing Bang teorisinin başlangıcıydı. Buna göre kainat sonsuz yoğunluktaki bir noktanın birdenbire büyük bir patlama ile genişleyip yayılması sonucu oluştu. Başka bir ifade ile tüm evren hiçbirşey yok iken (içinde bulunduğumuz dünya dahil olmak üzere) bir anda yoktan varoldu.
Big Bang teorisi, herşeyin yoktan varolduğunu, kısacası yaratılışı çağrıştırdığı için bazı bilim çevrelerinde tepki gördü. Nitekim önde gelen fizikçilerden Eddington öfkeli bir çıkış yaparken diğerlerinin sözcüsü gibiydi:” Felsefi olarak doğanın şuanki düzeninin birdenbire başlamış olduğu düşüncesi bana itici gelmektedir.”Ancak Big Bang reddedilmesi mümkün olmayan, gözlemsel verilerden elde edilen bilimsel bir teoriydi. Birçok bilimadamı bu teoriyi kabullendi ve araştırma programlarını buna göre ayarladı. Einstein gibi çok az bir kısım bilimadamı ise alternatifler üretmek için çabaladı.
Yüzyılın ortalarında astronom Fred Hoyle “steady-state” (sabit durum) adında başka bir evren varoluş teorisi ortaya attı. Buna göre Hoyle evrenin genişlediğini kabul etmekle birlikte, evrenin boyut ve zaman açısından sonsuz olduğunu iddia ediyordu. Ayrıca hidrojenin hiçbirşeyden, hiçbir nedenle oluştuğunu öne sürüyordu. Madde sadece gerektiği miktarda birdenbire, kendi kendine var olmaya başlıyordu. Hoyle iddialarını desteklemek için hiçbir zaman bilimsel gözlemlerini ortaya koyamadı. Kısacası Hoyle de tıpkı Eddington gibi, Big Bang’in doğaüstünü çağrıştırdığını ve bunun da katlanılamaz olduğu düşüncesindeydi. Sabit durum teorisini savunan az sayıdaki bilimadamından bir tanesi de Dennis Sciama idi. Onunda tüm çabalarına rağmen Hoyle’ teorisindeki tutarsızlıkları itiraf etmesi uzun sürmedi:
“Sabit durum teorisini savunanlarla onu test eden ve bence onu çürütmeyi uman gözlemciler arasında, bir dönem çok sert çekişme verdı. Bu dönem içinde bende bir rol üstlenmiştim. Çünkü gerçekliğine inandığım için değil, gerçek olmasını istediğim için ‘sabit durum’ teorisine savunuyordum.
Teorinin geçersizliğini savunan kanıtlar ortaya çıkmaya başladıkça Fred Hoyle bu kanıtları karşılamada lider rol üslenmişti. Ben de yanında yer almış, bu düşmanca kanıtlara nasıl cevap verilebileceği konusunda fikir yürütüyordum. Ama kanıtlar biriktikçe artık oyunun bittiği ve sabit durum teorisinin bir kenara bırakılması gerçeği ortaya çıkıyordu.”
1948 yılında George Gamov, Big Bang’e bağlı olarak yeni bir iddia ortaya sürdü. Buna göre evrenin büyük patlama ile oluşması sonucu evrende bu patlamadan arta kalan bir radyasyonun olması gerekiyordu. Üstelik bu radyasyonun evrenin dört bir yanına eşit ölçüde yayılması zaruriydi. 1965 yılında astronom Arno Penzias ve Robert Wilson’ın uzayda geri planda varolan radyasyonla ilgili gözlemleri Gamov’un iddiasına son verdi.
“Kozmik Fon Radyasyonu” adlı bu radyasyon uzayın belli bir tarafından gelen radyasyondan farklıydı. Olaganüstü bir eşyönlülük arzediyordu. Başka bir ifade ile yerel kökenli değil, evrenin tümünü ilgilendiren bir radyasyondu. Böylece uzun süredir evrenin her yerinden eşit ölçüde alınan 3 Kelvin’lik ısı dalgasının, Big bang’in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı. Üstelik bu rakam bilimadamlarının önceden öngördükleri rakama çok yakındı.
Böylece Big bang’in ikinci büyük delili olan . “Kozmik Fon Radyasyonu” adlı bulgu, başlangıçta hiçbirşey yok iken bir anda herşeyin büyük bir patlama ile varolduğu gerçeğini pekiştirdi. Böylelikle gözlemsel delilleri inceleyerek evrenin bir başlangıcı olduğu ve biliçli bir yaratılışın ve Yaratıcı’nın varolduğu sonucuna vardık. Bu noktada -düşünce ufkumuzu geniş tutarak- kainattaki muhteşem sisteme bakarsak yine aynı sonuca varırız. Zira kainatın varoluşu ve işleyişi tesadüfi nedenlerle açıklanmayacak kadar karmaşık bir düzen içerir. Başka bir ifade ile, evrenin milyarlarca yıldır sürekli genişlemesi ve bu sistem içersinde, içinde bulunduğumuz galaksinin ve tüm gök cisimlerinin düzenli seyretmesi çok hassas dengelere bağımlıdır. Bu “ilahi denge” başlangıçtaki sıcaklıktan evren maddesinin yoğunluğuna, atomik parçaların birbirini çekme kuvvetlerinden evrenin genişleme hızına kadar herşeyin muhteşem tasarımını içerir. Bilinen bir bilimsel dergi bu tasarımı şöyle ifade ediyor:
“Eğer evren maddemizin yoğunluğu, bir parça daha fazla olsaydı, O zaman Einstein’ın genel görelilik kuramına göre evren, atomik parçacıkların birbirini çekme kuvvetleri dolayısıyla bir türlü genişleyemeyecek ve tekrar küçülerek bir noktacığa dönüşecekti. Eğer yoğunluk başlangıçta bir parça daha az olsaydı; o zaman evren son hızla genişleyecek; fakat bu taktirde atomik parçacıklar birbirini çekip yakalayamayacak ve yıldızlarla galaksiler hiçbir zaman oluşamayacaktı. Doğaldır ki bizde olmayacaktık! Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkanı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kuvadrilyonundan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer… Üstelik, evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır.”
Yeryüzünde hayatın varolması, evrenin yoğunluğundaki hassasiyet kadar evrenin genişleme hızına da bağımlıdır. Stephen Hawking “Zamanın Kısa Tarihi” adlı kitabında genişleme hızı ile düşüncelerini şöyle açıklıyor:
“Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki, Big Bang’ten sonraki birinci saniyede bu oran eğer yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı evren şimdiki durumuna gelmeden içine çökerdi.”
Sonuç olarak, bilimsel gözlemler -bazı çevrelerin hoşuna gitmese de- yaratılış gerçeğini ve ilahi dengeyi doğrular niteliktedir. Bilimin ortaya koyduğu verilerle, vahiy arasında hiçbir çelişki olmaması gayet normaldir. Zira her ikisi de birbirini doğrular ve her ikinisi de üstün akıl ve güç sahibi bir varlık tasarlar. Bu, sadece kendi başına yaratılışın büyük delillerindendir. Diğer bir yaratılış gerçeği ise Kuran’da 14 yüzyıl evvel haber verilen gerçeklerin, ancak bugünkü teknoloji ile doğruluğunun anlaşılmasıdır. Nitekim Kuran’da “yoktan var edilen” yaratılış doğrulanır. (Enam Suresi,101). Bundan da fazlasını yaparak, evrenin genişleme teorisini destekler. Sonuçta, Kuran bir bilim kitabı değildir. Ancak içinde ayetlerin hak olduğunun insanlara bildirilmesi amacıyla birtakım mucizevi gerçeklerden bahsedilir. (Bu konudaki daha geniş bilgiyi ilerleyen bölümlerde bulacaksınız.)
http://harunyahya.org/tr/Makaleler/8546/Din-ile-bilim-catisir-mi