Evrim yalanı

“Evrim teorisi” ya da “Darwinizm” kavramlarını duyan insanların bir bölümü, bu kavramların sadece biyolojinin ilgi alanına girdiğini ve kendi yaşamları açısından bir önem taşımadığını sanabilirler. Oysa, evrim teorisi, biyolojik bir kavram olmanın ötesinde, dünya üzerinde yaygın bir kitleyi etkisi altına almış çarpık bir felsefenin altyapısını oluşturur.Bu felsefe, neden ve nasıl var olduğumuz konusuyla ilgili birtakım gerçek dışı görüşler öne süren “materyalizm”dir. Materyalizm, ya da bir başka deyişle “maddecilik”, maddeden başka hiçbir şeyin olmadığını varsayar. Buradan yola çıkarak da madde üstü bir Yaratıcı’nın, yani Allah’ın varlığını reddeder.

Dahası materyalizmin hem kişiler hem de toplum üzerinde yıkıcı etkileri vardır. Herşeyi maddeye indirgeyen bu düşünce, insanı sadece maddeye önem veren ve her türlü manevi değerden yüz çeviren bencil bir birey haline dönüştürür. Böyle bireylerin, vatan sevgisi, adalet, sadakat, kardeşlik, dürüstlük, fedakarlık, namus, güzel ahlak gibi yüce değerlere sahip olmaları mümkün değildir. Dini ve ahlaki değerlerden kopan bu gibi insanların oluşturduğu bir toplum düzeni de kısa sürede parçalanmaya mahkumdur. Materyalizmin diğer bir büyük zararı ise, devletin ve milletin bekasını hedef alan anarşist ve bölücü ideolojileri beslemesidir. Bu ideolojilerin başında gelen komünizm, materyalist felsefenin doğal siyasi sonucudur. Din, devlet, aile gibi kutsal kavramları kökünden yok etmeyi hedefleyen komünizm, devletimizin üniter yapısına karşı yöneltilen her türlü bölücü eylemin ve düşüncenin de temel ideolojisidir.

Evrim teorisi işte bu noktada büyük önem kazanır, çünkü bu teori, komünist ideolojinin dayandığı materyalizmin sözde bilimsel tabanını oluşturur. Öyle ki komünizmin kurucusu olan Karl Marx, Charles Darwin’in yazdığı ve evrim teorisinin temelini oluşturan Türlerin Kökeni adlı kitap için, “bizim görüşlerimizin doğal tarihsel temelini içeren kitap budur işte” demiştir.1

Oysa başta Marx’ın fikirleri olmak üzere, her türlü materyalist düşünce bugün temelinden çürümüş durumdadır. Çünkü materyalizmin kendisini dayandırdığı bir 19. yüzyıl dogması olan evrim teorisi çağdaş bilimin bulguları karşısında bütünüyle geçersiz hale gelmiştir. Bilim, maddeden başka hiçbir şeyin varlığını kabul etmeyen materyalist varsayımı geçersiz kılmakta ve tüm canlıların üstün bir yaratılışın ürünü olduğunu göstermektedir.Bu yazı dizimizin amacı, evrim teorisini her alanda geçersiz kılan temel bilimsel gerçekleri ortaya koymak ve bu bilim sahtekarlığının iç yüzü, arka planı ve gerçek hedefi hakkında Türk insanını bilgilendirmektir.

Körü Körüne Materyalizm

Materyalist felsefe maddenin sonsuzdan beri var olduğunu ve maddenin dışında hiçbir şeyin var olmadığını savunur. Evrim teorisi, materyalist felsefenin sözde “bilimsel dayanağı”dır ve bu felsefeyi ayakta tutmak için körü körüne savunulur. Bilim, evrimin iddialarını geçersiz kıldığında ise -ki 20. yüzyılın sonunda varılan nokta budur- materyalizmi yaşatabilmek uğruna bilim çarpıtılmaya ve evrimi destekler hale getirilmeye çalışılmaktadır.Türkiye’nin önde gelen evrimci biyologlarından birisinin yazdığı bazı satırlar, bu körü körüne inancın doğurduğu yargı bozukluğunun etkisini görmemiz için çok ideal bir örnek oluşturur. Söz konusu bilim adamı, canlı organizmalarda bulunması zorunlu olan proteinlerden biri olan Sitokrom-C’nin tesadüfen oluşabilmesi ihtimali konusunda şunları söylemektedir:

 

Bir Sitokrom-C’nin dizilimini oluşturmak için olasılık sıfır denilecek kadar azdır… Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O halde birinci varsayımı irdelemek gerekiyor. 2


Görüldüğü gibi söz konusu “bilim adamı”, yaratılışı kabul etmektense “sıfır denecek kadar az” bir olasılığı “bilimsel” saymayı tercih edebilmektedir. Oysa bilimin kurallarına göre, az önce de bahsettiğimiz gibi, bir konu hakkında iki alternatif açıklama varsa ve bunların birinin gerçekleşme ihtimali “sıfır” ise, o halde doğru olan diğer ihtimaldir. Ancak, söz konusu dogmatik materyalist yaklaşım, maddeye hakim olan madde-üstü bir Yaratıcı’nın varlığını kabul etmeyi baştan yasaklamıştır. Bu yasak, yukarıda alıntı yaptığımız evrimci yazarı ve aynı materyalist dogmaya inanan pek çok bilim adamını ne yazık ki akla ve sağduyuya tamamen aykırı bir kabule götürmektedir.

Bu bilim adamlarına inanan ve güvenen sıradan insanlar da, bu tür kişilerin kitaplarını, yazılarını okuyarak, onların gözlerini kör eden “materyalist büyü”nün etkisine girmekte, aynı duyarsız psikolojiye bürünmektedirler.Bilim dünyasındaki önde gelen isimlerin önemli bir bölümünün ateist olmalarının nedeni, işte bu bahsettiğimiz körü körüne materyalist bakış açısıdır. Bu büyünün etkisinden kendilerini kurtaran ve açık bir yargı ile düşünen bilim adamları ise, Yaratıcı’nın apaçık varlığını kabul etmekte hiç tereddüt etmezler. Bu bilim adamlarından son yıllarda bilim dünyasında giderek yaygınlaşan “bilinçli dizayn” teorisinin önde gelen isimlerinden biri olan Amerikalı biyokimyacı Prof. Michael J. Behe, canlılardaki “tasarımın”, yani yaratılışın varlığını kabul etmemekte direnen bilim adamlarını şöyle anlatır:

 

Son kırk yıl içinde, modern biyokimya, hücrenin sırlarının önemli bir bölümünü ortaya çıkardı. Onbinlerce insan, bu sırları bulmak için yaşamlarını laboratuvarlardaki uzun çalışmalara adadılar… Hücreyi araştırmak için gerçekleştirilen tüm bu çabalar, çok açık bir biçimde, bağıra bağıra, tek bir sonucu veriyordu: “Tasarım!” Bu sonuç o denli belirgindi ki, bilim tarihindeki en önemli buluşlardan biri olarak görülmeliydi… Ama aksine, hücrede keşfedilen kompleks yapı karşısında, utangaç bir sessizlik hakim oldu… Peki neden? Neden bilim dünyası, keşfettiği büyük gerçeğe sahip çıkmıyor? Çünkü, bilinçli bir tasarımı kabul etmek, ister istemez Tanrı’nın varlığını kabul ettirmeyi çağrıştırıyor onlara. 3


İşte dergilerde, televizyonlarda gördüğünüz, belki kitaplarını okuduğunuz ateist evrimci bilim adamlarının durumu budur. Bu insanların yaptıkları tüm bilimsel araştırmalar, kendilerine bir Yaratıcı’nın varlığını göstermektedir. Ancak onlar aldıkları dogmatik materyalist eğitim ile o denli körleşmişlerdir ki, herşeye rağmen bu gerçeği reddetmeyi sürdürürler.Allah’ın varlığının açık delillerini sürekli görmezden gelen bu kişiler tümüyle duyarsızlaşırlar. Dahası, bu duyarsızlıklarından kaynaklanan cahilce bir kendine güven duygusuna kapılırlar. Hatta, Hıristiyanlara seslenirken; “eğer bir Meryem Ana heykelinin sizlere el salladığını görseniz dahi, bir mucize ile karşı karşıya olduğunuzu sanmayın… çok küçük bir olasılıktır, ama belki de heykelin sağ kolundaki atomların hepsi, tesadüfen, bir anda aynı yönde hareket etme eğilimi içine girmiş olabilirler” 4 diyen ünlü evrimci Richard Dawkins gibi, saçma olanı savunmanın bir erdem olduğunu sanmaya başlarlar.

Evrim teorisinin kısa tarihi

Evrimci düşüncenin kökeni, yaratılış gerçeğini reddeden dogmatik bir inanç olarak antik çağlara dek uzanır. Eski Yunan’daki ateist felsefecilerin çoğu evrim fikrini savunmuştur. Evrim teorisi ise, antik materyalist felsefelerin yeniden uyandırılmasıyla gündeme gelen ve 19. yüzyılda yaygınlaşan materyalist felsefenin ürünüdür.

Materyalizm, başta da belirttiğimiz gibi, doğayı yalnızca maddi etkenlerle açıklamaya çalışır. Yaratılışı en baştan reddettiği için de, canlı ve cansız her varlığın, hiçbir yaratılış olmadan, rastlantılarla ortaya çıktığını ve düzen kazandığını öne sürer. Oysa insan aklı, bir düzen gördüğünde mutlaka bir düzenleyici iradenin varlığını kavrayacak şekilde işlemektedir. İnsan aklının bu en temel özelliğine aykırı olan materyalist felsefe, 19. yüzyılın ortasında “evrim teorisi”ni üretmiştir. Bugünkü savunulduğu şekliyle evrim teorisini ortaya atan kişi, amatör bir İngiliz doğabilimci olan Charles Robert Darwin’dir.

Darwin hiçbir zaman gerçek bir biyoloji eğitimi almamıştı. Doğa ve canlılar konusunda sadece amatör bir ilgiye sahipti. Bu ilgisinin bir sonucu olarak, 1832 yılında İngiltere’den yola çıkan ve beş yıl boyunca dünyanın farklı bölgelerini gezen H.M.S. Beagle adlı resmi keşif gemisinde gönüllü olarak yer aldı. Genç Darwin, bu gezi sırasında gördüğü farklı canlı türlerinden, özellikle de Galapagos Adaları’nda gördüğü farklı ispinoz türlerinden çok etkilenmişti. Bu kuşların gagalarındaki farkların, çevreye uyum sağlamalarından kaynaklandığını düşündü. Bu düşünceden hareketle canlılardaki bütün çeşitliliğin kökeninde “çevreye uyum” kavramının olduğunu varsaydı. Darwin’in bu düşüncesine göre, canlı türleri ortak bir atadan gelmelerine karşın doğa şartları sonucu birbirlerinden farklılaşmışlardı.

Darwin’in bu varsayımı hiçbir bilimsel bulgu ya da deneye dayanmıyordu. Ancak Darwin, dönemin ünlü materyalist biyologlarından aldığı destek ve teşviklerle, bu varsayımlarını zamanla iddialı bir teori haline getirdi. Bu teoriye göre canlılar tek bir ilkel atadan geliyorlardı ama çok uzun bir süreç içinde küçük küçük değişimlere uğramışlardı ve böylece farklılaşmışlardı. Ortama en iyi şekilde uyum sağlayanlar özelliklerini gelecek nesillere aktarıyor, böylece bu yararlı değişimler zamanla birikerek bireyi, atalarından tamamen farklı bir canlıya dönüştürüyordu. (Bu “yararlı değişimler”in kökeninin ne olduğu ise meçhuldü.) Darwin’e göre insan da, bu mekanizmanın en gelişmiş ürünüydü.Darwin hayal gücünde canlandırdığı bu mekanizmaya “doğal seleksiyonla evrim” adını verdi. Artık, “türlerin kökeni”ni bulduğunu düşünüyordu: Bir türün kökeni başka bir türdü. Bu fikirlerini 1859 yılında Türlerin Kökeni adlı kitabında açıkladı. Ancak Darwin teorisinin pek çok açmazla karşı karşıya olduğunun farkındaydı.

Bunları kitabının “Teorinin Zorlukları” (Difficulties on Theory) adlı bölümünde itiraf ediyordu. Bu “zorlukların” başında, fosil kayıtları, canlılardaki tesadüfle açıklanması mümkün olmayan kompleks organlar (örneğin göz), canlıların içgüdüleri gibi konular geliyordu. Darwin bu zorlukların ileride yapılacak yeni keşiflerle çözüleceğini ummuş, bazılarına da çok yetersiz açıklamalar getirmişti. Amerikalı fizikçi Lipson, Darwin’in bu “zorlukları” hakkında şu yorumu yapar:

Türlerin Kökeni’ni ilk okuduğumda Darwin’in genelde sunulan tablonun aksine, kendisinden pek de emin olmadığını fark etmiştim. “Teorinin Zorlukları” başlıklı bölüm, örneğin, çok belirgin bir güvensizlik yansıtmaktadır. Bir fizikçi olarak, gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği yönündeki yorumları karşısında şaşkınlığa düştüm.5

Darwin’in en büyük zorluğu ise, teorisinin sorunlarına çözüm getirmesini umduğu bilimin gerçekte bu sorunları dev boyutlara taşıması olacaktı.Darwin teorisini geliştirirken, kendisinden önceki pek çok evrimci biyologtan, özellikle de Fransız biyolog Lamarck’tan etkilenmişti. 6


Lamarck’a göre canlılar yaşamları sırasında kazandıkları özellikleri sonraki nesle aktarıyorlar, böylece evrimleşiyorlardı. Örneğin zürafalar, ceylan benzeri hayvanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı. Darwin de canlıları evrimleştiren etken olarak, Lamarck’ın “kazanılmış özelliklerin aktarılması” tezine başvurdu.Oysa gerek Lamarck gerekse Darwin yanılıyorlardı. Çünkü o dönemde canlılık çok ilkel bir teknoloji ile çok yetersiz bir düzeyde incelenebiliyordu. Genetik ve biyokimya gibi bilim dallarının henüz adları bile yoktu. Teorileri sadece hayal gücüne dayanıyordu.Darwin’in kitabının yol açtığı yankılar sürerken Avusturyalı botanikçi Gregor Mendel 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetti. Mendel’in yüzyılın sonuna kadar pek duyulmayan keşifleri 1900’lü yılların başında genetik biliminin ortaya çıkmasıyla önem kazandı. Yine aynı yıllarda genler ve kromozomların yapısı keşfedildi. 1950’li yıllarda genetik bilgiyi saklayan DNA molekülünün keşfi ise teoriyi büyük bir krize soktu. Çünkü hem canlılığın Darwin’in sandığından çok daha kompleks olduğu, hem de Darwin’in öne sürdüğü evrim mekanizmalarının geçersizliği ortaya çıkmıştı.Bütün bu gelişmelerin, Darwin’in teorisini tarihin tozlu raflarına kaldırması gerekirdi.

Ancak belli çevreler ısrarla teoriyi yenilemeye ve her ne şekilde olursa olsun bilimsel platforma oturtmaya çalıştılar. Bütün bu çabalar, teorinin ardında bilimsel kaygılardan ziyade ideolojik birtakım hedeflerin olduğunu göstermesi açısından oldukça anlamlıydı.

Neo-Darwinizm’in Umutsuz Çabaları

Darwin’in teorisi 20. yüzyılın ilk çeyreğinde keşfedilen genetik kanunları karşısında tam anlamıyla bir açmaza girmişti. Bunun üzerine Darwin’e sadakat göstermekte kararlı olan bir grup bilim adamı, 1941 yılında Amerikan Jeoloji Derneği’nin düzenlediği bir toplantıda biraraya geldiler. G. Ledyard Stebbins ve Theodosius Dobzhansky gibi genetikçilerin, Ernst Mayr ve Julian Huxley gibi zoologların, George Gaylord Simpson ve Glen L. Jepsen gibi paleontologların uzun tartışmalar sonucunda vardıkları sonuç, Darwinizm’e yeni bir “yama” yapmak oldu.

Bu kişiler, Darwin’in açıklayamadığı ve Lamarck’a dayanarak halletmeye çalıştığı “canlıları geliştiren yararlı değişikliklerin kaynağı nedir?” sorusuna, “rastgele mutasyonlar” cevabını verdiler. Darwin’in doğal seleksiyon tezine mutasyon kavramının eklenmesiyle ortaya çıkan bu yeni teoriye de “Modern Sentetik Evrim Teorisi” adını koydular. Kısa sürede bu yeni teori “neo-Darwinizm” olarak bilindi ve teoriyi ortaya atanlar da “neo-Darwinistler” olarak anılmaya başlandı.Bundan sonraki onyıllar, neo-Darwinizm’i ispatlamak için yapılan umutsuz girişimlere sahne oldu. Mutasyonların, yani bir canlının genlerinde dış etkenler sonucunda meydana gelen kopma, yer değiştirme ve bozulmaların, her zaman için hasara yol açtığı biliniyordu. Ancak yine de neo-Darwinistler binlerce deney yaparak “faydalı mutasyon” örneği oluşturmaya çalıştılar. Tüm bu çabalar hep fiyasko ile sonuçlandı.

Neo-Darwinistler, öte yandan da, ilk canlı organizmaların, teorinin iddia ettikleri gibi ilkel dünya koşullarında tesadüfen ortaya çıkmış olabileceğini ispatlamaya çalıştılar. Ancak aynı fiyasko bu alanda da yaşandı. Canlılığın tesadüfen ortaya çıkışını ispatlamayı hedefleyen deneylerin hepsi başarısız oldu. Olasılık hesapları, canlılığın yapıtaşı olan proteinlerden tek bir tanesinin bile tesadüflerle oluşamayacağını ortaya koydu. En küçük canlı birimi olan hücre ise -evrimcilerin iddia ettiği gibi- ilkel ve kontrolsüz dünya koşullarında rastlantılar sonucu oluşmak şöyle dursun, 21. yüzyılın en ileri teknolojilerine sahip laboratuvarlarında bile sentezlenemedi.

Neo-Darwinist teori, bir yandan da fosil kayıtları tarafından hezimete uğratıldı. Yıllar süren arkeolojik çalışmalarda bulunan fosiller arasında, neo-Darwinist teorinin öne sürdüğü gibi, canlıların ilkel türlerden gelişmiş türlere kademe kademe evrimleştiğini göstermesi gereken “ara geçiş formları”na dünyanın hiçbir yerinde rastlanamadı. Yürütülen karşılaştırmalı anatomi çalışmaları ise, birbirlerinden evrimleştikleri varsayılan canlıların çok farklı anatomik özelliklere sahip olduklarını ve asla birbirlerinin atası ya da devamı olamayacaklarını gösterdi.

Ama neo-Darwinizm bilimsel bir teori değil, ideolojik bir dogma, hatta bir tür “din”di. Öyle ki neo-Darwinist teorinin en önde gelen kurucularından biri olan Julian Huxley, 1958’de yayınladığı Religion Without Revelation (Vahiysiz Din) adlı kitabında bunu açıkça ifade etmişti. Huxley, evrimin neden bir din olduğunu ise bir başka yazısında şöyle açıklıyordu:

 

Bir din, temelinde dünyanın geneline yönelik ve hepsini kapsayan bir bakış açısıdır. Dolayısıyla evrim, bir zamanlar Tanrı’nın üstlendiği fonksiyonu yerine getirebilir, yani insanoğlunun inanç ve umutlarını koordine eden güçlü bir prensip olabilir. 7


İşte bu nedenle, evrim teorisinin savunucuları bütün aleyhte delillere rağmen teoriyi savunmaya hala devam etmektedirler. Onlara göre evrim, kendisinden asla vazgeçilemeyecek bir inançtır. Aralarındaki tek fikir ayrılıkları, evrimin nasıl gerçekleştiği yönündeki farklı modellerdir. Bu farklı modellerin en önemli örneği ise, “sıçramalı evrim” olarak bilinen fantastik senaryodur.

Sıçramalı Evrim

Neo-Darwinist model bugün dünyada hala “evrim teorisi” dendiğinde ilk anlaşılan teoridir. Ancak son birkaç on yıl içinde, farklı bir model doğmuştur: “Kesintiye uğratılmış denge” (punctuated equilibrium) ya da bir diğer adıyla “sıçramalı evrim” modeli.

Bu model 1970’lerin başında, Niles Eldredge ve Stephen Jay Gould adlı iki Amerikalı paleontolog tarafından yüksek sesle savunulmaya başlandı. Bu iki evrimci bilim adamı, neo-Darwinist teorinin iddialarının fosil kayıtları tarafından kesin biçimde yalanlandığının farkındaydılar. Fosiller, canlıların yeryüzünde kademeli evrimle ortaya çıkmadıklarını, aniden ve eksiksiz biçimde belirdiklerini ispatlıyorlardı. Neo-Darwinistler aranan fosillerin bir gün bulunacağı ümidiyle yaşıyorlardı -ki hala o ümitle yaşarlar- ama Eldredge ve Gould bu ümidin yersiz olduğunun farkındaydılar. Bu durum karşısında, evrim dogmasından vazgeçemeyecekleri için, yeni bir model ortaya attılar: Sıçramalı evrim, yani evrimin kademeli küçük değişikliklerle değil, ani ve büyük değişikliklerle oluştuğu iddiası…

Bu model aslında bir fantaziler modeliydi. Örneğin Eldredge ve Gould’a öncülük eden Avrupalı paleontolog O. H. Schindewolf, “sıçramalı evrim”e bir örnek verirken, tarihteki ilk kuşun, bir “grossmutasyon”la, yani genetik yapıda tesadüfen meydana gelen dev bir değişiklikle, bir sürüngen yumurtasından çıktığını iddia etmişti.8

Aynı teoriye göre, bazı kara hayvanları, geçirdikleri ani ve kapsamlı bir değişiklikle birdenbire dev balinalara dönüşmüş olabilirlerdi. Bilinen tüm genetik, biyofizik ve biyokimya kurallarına aykırı olan bu iddialar, ancak kurbağaların prenslere dönüştüğünü anlatan çocuk masalları kadar bilimseldi. Ama neo-Darwinist iddianın içine girdiği kriz karşısında sıkıntıya düşen bazı evrimci paleontologlar, bundan kaçmak için neo-Darwinizm’den daha da saçma olan bu teoriye sarıldılar.

Bu modelin tek hedefi, başta belirttiğimiz gibi, neo-Darwinist modelin açıklayamadığı fosil boşluklarını açıklamaktır. Ancak şu kesin bir gerçektir ki, fosil boşluklarını “kuşların sürüngen yumurtalarından aniden çıktıklarını” öne sürerek ya da benzeri iddialarla açıklamaya kalkmak tam anlamıyla akıl dışıdır. Çünkü bir türün bir başka türe evrimleşmesi için, genetik bilgisinde çok büyük oranda ve faydalı bir değişiklik gerekir. Oysa hiçbir mutasyon genetik bilgiyi geliştirmez, ona yeni bir bilgi eklemez. Mutasyonlar sadece genetik bilginin eksilmesine ve bozulmasına yol açarlar. Sıçramalı evrim savunucularının hayal ettikleri “dev mutasyonlar” ise, genetik bilgide dev azalma ve bozukluklar oluştururlar.Kaldı ki, “sıçramalı evrim” modeli de, neo-Darwinist modeli ilk aşamada çökerten soru, yani “ilk canlılığın nasıl oluştuğu” sorusu karşısında yine ilk aşamada çöker. Tek bir protein bile tesadüfen oluşamadıktan sonra, bu proteinlerden trilyonlarcası tarafından oluşturulacak organizmaların “sıçramalı” mı, yoksa “kademeli” bir evrim mi geçirdikleri sorusunun bir anlamı yoktur. Bugün evrim dünyasında halen geçerliliğini koruyan ve “evrim” dendiğinde akla gelen model, neo-Darwinizm’dir. Ancak neo-Darwinist model, bilimsel gelişmeler karşısında tüm geçerliliğini yitirmiştir. Tüm bunlar evrim senaryosunun gerçeklerle hiçbir ilgisi olmayan bir masal ve büyük bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermektedir. 140 yıldır dünyayı aldatmak için kullanılan bu senaryonun savunulması ise, özellikle son bilimsel bulgular karşısında, imkansızdır.

DİPNOTLAR

1. David Jorafsky, Soviet Marxism, Natural Science, s. 12.
2. Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, s. 61.
3. Michael J. Behe, Darwin’s Black Box, New York: Free Press, 1996, ss. 232-233.
4. 4 Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, London: W. W. Norton, 1986, s. 159.
5. H. S. Lipson, “A Physicist’s View of Darwin’s Theory”, Evolution Trends in Plants, Cilt 2, No. 1, 1988, s. 6.
6. Benjamin Farrington, What Darwin Really Said, New York: Schocken Books, 1966, s. 64.
7. Julian Huxley & Jacob Bronowski, Growth of Ideas, Prentice Hall, Inc. Englewood Cliff, 1986, s. 99.
8. Stephen M. Stanley, Macroevolution: Pattern and Process, San Francisco: W. H. Freeman and Co. 1979, s. 35, 159.

http://harunyahya.org/tr/Makaleler/8433/Evrim-yalani

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.