Scientific American dergisi, Temmuz 2002 sayısında “Yaratılışçı Saçmalığa Karşı 15 Cevap” başlıklı bir makale yayınladı. Ancak bu saldırgan yazı, yaratılışa karşı hiç bir bilimsel cevap içermiyor, sadece Darwinistlerin fanatizm ve bağnazlıklarını kanıtlıyordu.
Amerika’nın önde gelen bilim dergilerinden biri olan Scientific American’ın Temmuz 2002 sayısında ilginç bir yazı yayınlandı. Derginin editörü John Renie tarafından yazılan “15 Answers to Creationist Nonsense” (Yaratılışçı Saçmalığa 15 Cevap) başlıklı yazıda, Darwinist fanatizmin önemli örnekleri sergileniyordu. Başta başlığı olmak üzere, yazıda her alan tüm saldırgan üslup, aslında yıllardır anlattığımız bir gerçeğin canlı teyidi idi: Darwinistler, evrim teorisine tamamen dogmatik bir biçimde bağlıdırlar. Eleştirilere karşı verdikleri tahammülsüz, öfkeli ve bağnaz tepkiler, sahip oldukları dogmatizmin bir sonucudur.
Bu makalede Scientific American’ın söz konusu yazısındaki yanılgılar ve yanıltmalar incelenecektir .
Zor Sorulardan Kaçmak
Eğer bir konuda, karşı çıktığınız bir tezin 15 sorusuna cevap getirecekseniz, soruların her birinde elle tutulur bir konuyu ele almanız beklenir. Ama eğer karşı tarafın gerçek sorularını ele almak yerine, hayali sorular üretir ve bunların cevaplarıyla zaman harcarsanız, sizi izleyenler inandırıcığılınızdan haklı olarak kuşku duyarlar. Çünkü gerçek sorularla yüzleşmekten kaçınmak, kendi kendinizi veya sizi izleyenleri aldatmaya çalıştığınızı gösterir.
Scientific American’ın “15 Soru”su da, tam bir “gerçeklerle yüzleşmekten kaçınma” yöntemidir. Soruların bir kaçı, daha ilk başta bu yönden kendini ele vermektedir:
“Evrim sadece bir teoridir. Bir gerçek veya bilimsel kanun değildir.”
“Evrim bilimdışıdır, çünkü deneye veya gözleme tabi değildir. Hiç bir zaman gözlemlenmemiş ve asla tekrar edilemeyecek olaylar hakkında iddialarda bulunur.”
“Eğer insanlar maymunlardan geldilerse, hala neden maymunlar var?”
Üstteki soruların hiç biri, evrim teorisine karşı eleştiri getiren bilim adamlarınca dile getirilen itirazlar değildir. Darwinizm’i ciddi biçimde eleştiren herkes, “teori” kavramının ne anlama geldiğini bilmekte ve geçmişte yaşanmış olaylara dair bilimsel araştırmaların gözlem ve tekrarlama yöntemleriyle yürütülemeyeceğini kabul etmektedir. Aynı şekilde, insanın kökeni konusundaki Darwinist tezi ciddi bir biçimde eleştiren hiç bir bilim adamı da, “maymunlardan geldiysek, hala neden maymunlar var” gibi komik bir itiraz öne sürmemektedir.
Kuşkusuz makalenin yazarı olan John Renie de bunları biliyor olmalıdır. Buna rağmen üstteki üç komik soruyu “yaratılışçıların itirazları” gibi sunması ve bunlara tatminkar cevaplar verdiğini düşünerek avunması, Renie’nin “kaçak güreştiğini” göstermektedir. Eğer gerçekten “yaratılışçılara cevap” vermek istiyorsa; Hayvan filumlarının tamamına yakınının nasıl olup da Kambriyen devirde bir anda ortaya çıktıkları; neden canlıların genetik bilgisini geliştiren bir mutasyon örneğine hiç bir zaman rastlanmadığı; veya neden Darwin’e göre milyarlarcası bulunması gereken ara form fosillerinden eser olmadığı gibi gerçek sorulara cevap vermelidir.
Rennie’nin cevaplandırmaya çalıştığı—ve çoğu yine “kolay soru” sayılabilecek olan—diğer sorular hakkındaki gerçekler ise aşağıda sırayla ele alınmıştır.
Doğal Seleksiyon Hakkındaki Yanılgı I (Soru 2)
Scientific American editörü John Renie, 15 sorusunun ikisinde doğal seleksiyon kavramını ele almaktadır. Bunların ilkinde (soru 2) doğal seleksiyonun bir tötoloji (yani kısır döngü mantığı) olduğu yönündeki itirazı cevaplamaya çalışmaktadır. İkincisinde ise (soru 11) doğal seleksiyonun mikroevrim sağlayabileceği ancak makroevrim sağlamadığı yönündeki itiraza yanıt vermeye uğraşmaktadır.
İlk makalede Renie’nin referans verebildiği tek örnek, Peter P. Grant’in Galapagos adalarındaki ispinozlar üzerinde yaptığı ünlü gözlemlerdir. Renie, bu örneği kısaca “population shifts in the wild” (doğadaki popülasyon değişimleri) olarak tanımlamakta ve doğal seleksiyonla evrime delil saymaktadır. Oysa Peter P. Grant’in çalışmaları, Galapagos’taki ispinoz popülasyonlarının doğal şartlardaki değişimlere göre sadece “dalgalandıklarını”, yani belirli bir yönde değişim geçirmediklerini göstermiştir. Dahası, 13 ayrı tür olarak tanımlanan bu ispinoz popülasyonlarının gerçekte çok daha az sayıda türe ayrıldıklarını ve bunun da ötesinde, sözkonusu farklı türlerin birbirleriyle birleşme eğiliminde olduklarını ortaya koymuştur. Bunların anlamı; doğal seleksiyonun Galapagos adalarındaki ispinoz türleri üzerinde evrim (yani belirli bir yönde gelişme ve yeni tür oluşumu) sağlamadığıdır.
Biyolog Jonathan Wells, Evrimin İkonaları adlı önemli kitabında Grant’in çalışmasını bütün detaylarıyla ele almış ve yukarıda belirttiğimiz sonucu gözler önüne sermiştir. Rennie’nin buna rağmen hala ve ısrarla Grant’in Galapagos gözlemlerine atıfta bulunması, tek kelimeyle çaresizlik ifadesidir.
Doğal Seleksiyon Hakkındaki Yanılgı II (Soru 11)
Rennie’nin doğal seleksiyon hakkındaki ikinci soruda (soru 11’de) yaptığı küçük kaçamak da ilgi çekicidir. Soru şudur:
“Doğal seleksiyon mikroevrimi açıklayabilir, ama yeni türlerin ve daha üst yaşam kategorilerinin kökenini açıklayamaz.”
Rennie’nin bu soruya verdiği cevap ise, Ernst Mayr’ın bilim dünyasının gündemine getirdiği “allopatrik türleşme” kavramına dayanmaktadır.
Buradaki yanılgıyı göstermek için, öncelikle sözkonusu “allopatrik türleşme” kavramını ve bunun temeli olan “coğrafi izolasyon“u belirtmek gerekir: Bilindiği gibi her canlı türü içinde, genetik varyasyondan kaynaklanan farklılıklar vardır. Eğer bu türe ait canlıların arasına coğrafi bir engel girerse, yani birbirlerinden “izole” olurlarsa, o zaman birbirinden kopmuş olan bu iki grubun içinde büyük olasılıkla farklı varyasyonlar ağır basmaya başlar. Aynı türe ait olmalarına rağmen, aralarında belirgin morfolojik farklar bulunan bu gibi varyasyonlara “alt tür” adı verilir.
Rennie’nin bahsettiği Türleşme iddiası buradan sonra devreye girer. Bazen, coğrafi izolasyon yoluyla birbirlerinden kopmuş olan A ve B varyasyonları, bir şekilde yeniden biraraya getirildiklerinde, birbirleri ile çiftleşmezler. Çiftleşmedikleri için de, modern biyolojinin “tür” tanımlamasına göre, “alt tür” olmaktan çıkıp, “ayrı türler” haline gelmiş olurlar. Buna “türleşme” (speciation) adı verilir.
Ancak burada iki önemli nokta vardır:
1) Birbirlerinden izole olmuş olan A ve B varyasyonları, biraraya geldiklerinde çiftleşmiyor olabilirler. Ama bu olgu çoğu zaman “çiftleşme davranışı“ndan kaynaklanır. Dolayısıyla aslında genetik bilgi açısından hala aynı türe aittirler. (Nitekim bu nedenle “tür” kavramı biyolojide tartışma konusu olmaya devam etmektedir.)
2) Asıl önemli nokta ise, söz konusu “türleşme”nin, bir genetik bilgi artışı değil, aksine genetik bilgi kaybı anlamına gelmesidir. Ayrışmanın nedeni, varyasyonlardan birinin veya her ikisinin yeni bir genetik bilgi edinmiş olmaları değildir. Böyle bir genetik bilgi eklenmesi yoktur.
Aksine, daha önceden farklı genetik bilgileri aynı anda barındıran popülasyon yerine, şimdi genetik bilgi yönünden daha fakirleşmiş iki popülasyon vardır.
Dolayısıyla Rennie’nin evrim örneği olarak gösterdiği söz konusu “türleşme”nin evrim teorisini destekler hiçbir yönü yoktur. Çünkü evrim teorisi, canlı türlerinin hepsinin basitten komplekse doğru rastlantılar yoluyla türediği iddiasındadır. Dolayısıyla bu teorinin dikkate alınabilmesi için, ortaya “genetik bilgiyi artırıcı mekanizmalar” koyabilmesi gerekir. Bu konuyu açıkladıktan sonra, Scientific American editörü Rennie’nin
ikinci bir yanılgısına (daha doğrusu yanıltmasına) gelelim.
Dikkat ederseniz, Rennie, 11 no.lu “yaratlışçı” soruyu; “Doğal seleksiyon mikroevrimi açıklayabilir, ama yeni türlerin ve daha üst yaşam kategorilerinin kökenini açıklayamaz.” Diye sormaktadır. Yani soruda, hem türlerin, hem de, “daha üst yaşam kategorilerinin” kökeninden söz etmektedir.
Oysa cevapta sadece türlerin kökeninden bahis vardır! (O da yukarıda açıkladığımız gibi geçersiz bir açıklamadır.) Rennie, türden daha üst kategoriler olan cins, aile, takım, sınıf veya filum gibi kategorilerin kökeninden hiç söz etmemekte, bu konuda bir açıklama yapmamaktadır.
Bu üslup, büyük olasılıkla dikkatsiz okuyucuları ikna etmeye yöneliktir: Sadece “15 Soru”yu okuyup, altındaki uzun (ama boş) cevapları okumaktan sıkılan okuyucular, Rennie’nin tüm bu sorulara gerçekten cevap verdiğini sanacaklardır.
Darwinizm’in savunucularının bu gibi yöntemlere başvurmaları, teorinin ne denli büyük bir çıkmaz içinde olduğunu bize bir kez daha göstermektedir.
Rennie’nin doğal seleksiyon konusunda yazdığı son açıklama ise, doğal seleksiyon dışında da evrim mekanizmaları olabileceği yönündedir.
Bu konuda verdiği tek örnek, evrimcilerin mitokondrinin kökeni konusunda uzun süredir dile getirdikleri bir spekülasyondan ibarettir. Kendisi bir spekülasyon olan evrim teorisini desteklemek için kanıta değil de spekülasyona başvurmak, kuşkusuz ancak evrimcilerin umutsuzluğunun bir göstergesi olabilir.
İnsanın Kökeni Hakkındaki Yanılgı (Soru 3)
John Renie, yazısındaki 3. soruda insanın kökenine de değinmekte ve şöyle yazmaktadır:
Evrim, insanın bilinen ilk ataları (yaklaşık 5 milyon yıl öncesi) ile anatomik yönden modern insanların (yaklaşık 100.000 yıl önce) ortaya çıkışı arasında, insansı yaratıklardan oluşan bir seri bulunmasını ve bunların giderek daha az maymunsu ve daha modern yapılara sahip olmasını öngörür. Ve nitekim fosil kayıtları da bunu göstermektedir.
Oysa evrimcilerin, geçmişte yaşamış canlıları teorilerine göre arka arkaya diziyor olabilmeleri, bu canlıların gerçekte böyle bir evrim geçirdiklerini göstermez. Nitekim John Rennie’nin meslektaşı olan Nature dergisinin editörü Henry Gee de aynı kanıdadır. Gee, 1999 basımı In Search of Deep Time adlı kitabında “insanın evrimi ile ilgili 5 ila 10 milyon yıl öncesine ait tüm fosil kanıtlarının küçük bir kutuya sığabilecek kadar az olduğunu” söyler. Gee’nin bundan vardığı sonuç ilginçtir:
“Ata-torun ilişkilerine dayalı insan evrimi şeması, tamamen gerçeklerin sonrasında yaratılmış bir insan icadıdır ve insanların önyargılarına göre şekillenmiştir… Bir grup fosili almak ve bunların bir akrabalık zincirini yansıttıklarını söylemek, test edilebilir bir bilimsel hipotez değil, ama geceyarısı masallarıyla aynı değeri taşıyan bir iddiadır—eğlendirici ve hatta belki yönlendiricidir, ama bilimsel değildir. (1)
John Renie’nin yazdıklarını inceledikçe, evrimin bir “geceyarısı masalı” olduğu daha da iyi ortaya çıkmaktadır.
Bilim Adamlarının Evrime Olan İnancı Hakkındaki Yanılgı (soru 4)
Bir görüşün yaygın kabul görmesinin genelde iki farklı nedeni olabilir: Ya bu görüşü kanıtlayan pek çok delil vardır, ya da sistem insanlara bu görüşü bir şekilde empoze etmektedir. Evrim teorisinin ardındaki “yaygın bilimsel destek” hikayesinde de ikinci durum geçerlidir. Akademik dünya, bilimi materyalist felfeyle özdeş zanneden büyük bir yanılgının etkisi altındadır ve bu dünyanın liderleri, bu yanılgıyı diğer bilim adamlarına empoze etmektedirler. Evrime karşı çıkmak, bilime karşı çıkmak gibi gösterilirse, bilim adamları bu konuda nasıl özgürce eleştiri yapabilirler?
Aslında John Rennie’nin bizzat kendi yazısı, evrim konusundaki fikri diktatörlüğün izlerini taşımaktadır. Rennie yazısının başlığında yaratılışı “saçmalık” olarak göstermektedir. Bilimsel bir dergi bu konuda böyle bir başlık kullanıyorsa, o konunun özgür tartışma zemininde tartışıldığı söylenebilir mi? Rennie derginin sunuş yazısında daha da saldırganlaşmakta ve yaratılışı savunmanın “düz dünya kozmolojisi”ni savunmak kadar bilim dışı olduğunu söylemektedir. Ana yazısında ise yaratılışı savunanlardan “sahtekar yaratılışçılar” diye söz etmektedir. (s. 65)
Darwinizm konusunda bu denli büyük bir fanatizm sergileyen insanların yönettiği bilim dergilerinin bu konuda objektif oldukları düşünülebilir mi? Bu denli büyük bir fikri baskı ortamında, makalelerini bilimsel dergilerde yayınlatmak zorunda olan bilim adamları nasıl Darwinizm’i eleştirebilirler? Kaç kişi “kral çıplak” demeyi göze alabilir?
John Rennie’nin makalesinde yer alan ve eğitim seviyesi arttıkça yaratılışa olan inancın azaldığını gösteren tablo da (s. 65), Darwinist düşünce diktatörlüğünü ifade etmekten başka bir anlam içermemektedir. Üniversitelerin dogmatik Darwinistler tarafından kontrol edildiği bir eğitim sisteminin Darwinist bireyler yetiştirmesinden daha doğal bir şey olamaz.
Ancak bilimin güzel tarafı, baskıların uzun vadede başarısız olmalarıdır. Darwinizm tapınağının çatırdamakta olan temelleri, özgür bilimin yakında bu dogmayı tamamen yıkacağının habercisidir.
Alıntıların Çarpıtılması İddiası (Soru 5)
John Renie okuyucularının zihninden Darwinizm’le ilgili tüm kuşkuları silebilmek için uğraşırken, yaratılışçıların evrimci otoritelerden yaptığı alıntıları gündeme getirmekte ve bu alınntıların hep çarpıtıldığını iddia etmektedir. Renie’ye göre kendilerinden alıntı yapılan bilim otoriteleri hep evrimcidir, ancak sözde “dürüst olmayan yaratılışçılar”, bu kişileri evrim karşıtı gibi göstermektedirler.
Oysa gerçek daha farklıdır. Yaratılışçılar evrimci otoritelerden alıntı yaparken bu kişilerin evrim karşıtı olduklarını iddia etmemektedirler. Stephen Jay Gould, Alan Feduccia ya da Henry Gee… Bu bilim adamlarının “evrim karşıtı” olduklarını kimse iddia etmemektedir. Ama bu ve benzeri pek çok evrim yanlısı bilim adamı, evrim teorisinin açıklarını görmüş ve bunları dile getirmişlerdir. Bu konudaki açıklamalarının alıntılanmasından daha doğal bir şey ise olamaz.
Bu alıntı bolluğunun nedeni ise, evrim teorisinin bir spekülasyonlar yumağı olmasıdır. Ortada evrim lehinde somut kanıtlar olmadığı için, evrimciler hemen her konuda spekülasyon geliştirmektedir. Spekülasyonlar eldeki bilgilere uymadığı için de sürekli açık vermekte ve bu durum çeşitli bilim adamları tarafından ifade edilmektedir.
Hayatın Kökeni ve John Rennie’nin Çırpınışları (Soru 7)
Daha önceki 6 soruda dile getirdiği spekülasyonlardan sonra John Renie 15 sorunun 7.sinde nihayet gerçekten önemli bir konuya el atmaktadır: Yaşamın Kökeni. İlk canlı nasıl ortaya çıkmıştır?
Bu soru karşısında Rennie’nin tek yaptığı şey, Alexander Oparin’den (1920’lerden) bu yana evrimciler tarafından ileri sürülen senaryoyu bir kaç cümleyle özetlemekten ibarettir. “Hayatın kökeninin hala bir sır olduğunu” kabul ettikten sonra, Rennie senaryoyu şu şekilde inandırıcı kılmaya çalışmaktadır:
… Ama biyokimyacılar, ilkel nükleik asitlerin, amino asitlerin ve yaşamın diğer yapıtaşlarının kendi kendilerini oluşturabileceklerini ve kendini-kopyalayan, kendine-yeterli birimler şeklinde organize edebildiklerini göstermişler ve hücresel biyokimyanın temellerini atmışlardır.
Rennie hayatın kökeni gibi kritik bir konuyu bu denli yüzeysel bir açıklama ile geçiştirmekte haklıdır; çünkü detaya girme şansı yoktur. Üstteki cümleyi biraz detaylandırarak ele alırsak, Rennie’nin iddiasının tamamen gerçek dışı olduğunu görürüz:
1) Öncelikle, “primitif nükleik asitler, amino asitler ve diğer yapıtaşları”nın ilkel dünya atmosferinde nasıl oluştuğu sorusu, Rennie’nin iddiasının aksine, evrimciler için büyük bir çıkmazdır. Bu sorunun Stanley Miller’in öncülük ettiği ilkel atmosfer deneyleriyle çözüldüğünü sanmışlardı, ancak 1970’lerin sonundan itibaren ilkel atmosferin metan-amonyak temelli olmadığı ve bol miktarda oksijen içerdiği anlaşılmış ve bu nedenle amino asitler gibi en basit organik moleküllerin bile ilkel atmosferde sentezlenmesinin imkansız olduğu ortaya çıkmıştır.
2) Eğer nükleik asitler veya amino asitler gibi basit yapıtaşlarının bir şekilde ilkel atmosferde sentezlendiğini (veya Rennie’nin üstteki satırlarından sonra iddia ettiği gibi dış uzaydan geldiklerini) varsaysak bile, bu varsayım evrim teorisine hiç bir şey kazandırmamaktadır. Çünkü mesele, bu basit organik bileşiklerin, olağanüstü bir kompleksliğe ve genetik bilgiye sahip olan canlı hücresine nasıl dönüştüğüdür.
Rennie’nin iddiasının aksine, basit moleküllerin “kendi kendilerini organize ederek” kendini kopyalayan ve kendine yeten (yani canlı) organizmalara dönüştüğü asla gözlemlenmemiş, bunun mümkün olduğunu gösteren en ufak bir gözlem, deney ve hatta teorik açıklama bile yapılamamıştır.
Kısacası Rennie’nin evrim teorisinin hayatın kökeni konusundaki büyük açmazını ört-bas etmek için yaptığı açıklama hiç bir değer taşımamaktadır. Renie’nin bu konunun sonunda yazdığı aşağıdaki satırlar ise, hem bu yenilgiyi itiraf etmesi hem de yaratılış karşısındaki önyargısını göstermesi açısından ilginçtir:
Yaratılışçılar bazen bilimin yaşamın kökenini açıklamaktaki mevcut yetersizliğine işaret ederek tüm evrimi geçersiz kılmaya çalışmaktadırlar. Ancak eğer dünyadaki yaşamın evrimsel olmayan bir kökeni olsaydı (örneğin, ilk hücreleri milyarlarca yıl önce uzaylılar getirmiş olsalardı) bile, evrim yine de sayısız mikroevrimsel ve makroevrimsel çalışma ile güçlü şekilde kanıtlanmış olacaktı.
Bu satırları analiz ettiğimizde ilginç gerçeklerle karşılaşırız:
Darwinist düşünce, Miller’in çürütülmüş olan deneyinden öteye gidemez.
|
1) Dikkat edilirse Rennie evrim teorisinin hayatın kökenini açıklayamadığını kabul etmekte, ancak bunun “şimdilik” olduğunu belirtmektedir. Yani, gelecekte bir gün bu konuda evrim lehinde bulgular elde edileceğini ummaktadır. Bu şekilde geleceğe randevu vermek, evrim teorisine olan inancın, bilimsel bulgulardan değil, felsefi kabullerden kaynaklandığını gösterir.
Rennie’nin bu yaklaşımı, Karl Marx’ın teorilerinin mevcut sosyal ve siyasi verilere uymadığını gören, ama buna rağmen gelecekte bir gün o beklenen “proleterya devrimi”nin gerçekleşeceğine inanan dogmatik bir Marksistten farklı değildir.
2) Rennie yaşamın kökeninin bilinçli bir tasarımla da açıklanabileceğini, bilimin bu sonuca varabileceğini kabul etmekte, ancak nedense bu bilinçli tasarımın kaynağı olarak uzaylıları göstermektedir. Sözkonusu “uzaylılar” tezi Rennie’nin makalesinin bir yerinde daha (Soru 3’ün cevabında) geçmektedir. İlginç olan ise, “uzaylılar” tarafından yapılmış bir bilinçli tasarımın varlığına ihtimal tanıyan Renie’nin, metafizik bir Yaratıcı’nın müdahalesini kesinlikle reddetmesidir. Bu da Rennie’nin Darwinizm’e olan bağlılığının ve yaratılış kavramına olan tepkisinin, gerçekte felsefi önyargılarından kaynaklandığını göstermektedir.
3) Rennie’nin yaşamın kökeninde bilinçli tasarım bulunabileceğini kabul etmesi, ancak daha sonraki doğa tarihi boyunca bunun varlığını reddetmesi de yine tamamen önyargılı ve bilimsel bir dayanağı olmayan bir tutumdur. Çünkü yaşamın kökeninde ortaya çıkan bilinçli tasarım gerçeği kadar, diğer pek çok kompleks organik sistemin kökeninde de açık bilinçli tasarım kanıtları vardır. Rennie’nin bunları göz ardı edebilmek için, “robustly confirmed” gibi okuyucuları etkilemeye yönelik etkileyici ifade kalıpları kullanması, sorunu çözmemektedir.
Rennie’den Dawkins Tarzı Küçük Oyunlar (Soru 8)
Evrim teorisinin en büyük yanılgısı, canlıları bilinçsiz doğa mekanizmalarının ürünü saymasıdır. Rennie 8. soruda bu itirazı cevaplandırmaya çalışmış, ancak kendi adına hayal kırıklığı yaratmıştır. “Canlılıktaki komplekslik tesadüflerle açıklanamaz” itirazına karşı Renie’nin “cevabı”, bakın şu şekildedir:
Tesadüf evrimde bir rol oynar (örneğin, rastlantısal mutasyonlar yeni özelliklerin oluşumuna yol verebilirler), ama evrim, organizmaları, proteinleri veya diğer birimleri oluşturmak için sadece tesadüfe dayanmaz. Tam tersine; evrimin temel mekanizması olan doğal seleksiyon, “istenen” (adaptasyon sağlayan) özellikleri korumak ve “istenmeyen” (adatasyon sağlamayan) özellikleri elemek yoluyla tesadüfi olmayan bir değişim sağlar.
Bu bir cevap değildir, çünkü zaten herkes bunu bilmektedir. Evrim teorisine göre, tüm canlılar “tesadüfler” (mutasyonlar) ve bunların yararlı olanlarını seçtiği varsayılan “doğal seleksiyon” tarafından üretilmiştir.
Mesele şudur: Doğal seleksiyon bilinçli bir mekanizma değildir. Dolayısıyla eğer bir tesadüfi değişimi seçecekse, bunun mutlaka organizmaya belirgin bir avantaj sağlaması gerekir. Ancak canlılardaki pek çok kompleks organ, eksiksiz olmadıkları sürece bir avantaj sağlamaz. Dolayısıyla doğal seleksiyonun bunlara yönelik bir seçme yapması mümkün değildir. (Kaldı ki yaşamın kökeni konusunda, ortada bir canlılık ve dolayısıyla rekabet bulunmadığı için, doğal seleksiyon hiç yoktur.)
Rennie evrim teorisinin bu büyük çıkmazını tamamen gizlemeye çalışmakta, bunun için de Richard Dawkins’inkilere benzer bir çocuk kandırma yöntemi kullanmaktadır. Verdiği örnek, 13 harften oluşan “TOBEORNOTTOBE” (OLMAKYADAOLMAMAK) ifadesinin, bir seleksiyon yöntemi sonucunda, bilgisayar tarafından 336 denemede oluşturulmasıdır.
Evrimciler bu örneklere gerçekten inanıyorlar mı, yoksa konuyu yeterince incelememiş okuyucular karşısında durumu kurtarmak için mecburen mi bunları kullanıyonlar? Bu gerçekten bir merak konusudur… Bu örneğin çok basit ve açık bir yanıltmaya dayandığı ortadadır. “TOBEORNOTTOBE” ifadesini oluşturan bilgisayar, bu ifadeyi oluşturmak için programlanmaktadır. En sonda varılacak olan sonuç, baştan bellidir. Program, 13 hanelik boşluklara harfleri rastgele koymakta, ama gerekli harf önceden belirlenmiş olan kalıba oturduğunda, bunu seçmektedir. Yani ortada henüz “TOBEORNOTTOBE” ifadesi yokken, ilk harfin T olması gerektiğini bilmekte ve oraya T geldiğinde bunu seçip sabitlemektedir.
Kısacası ortada önceden belirlenmiş bir plan ve bu plana göre bilinçli olarak çalışan bir seçme mekanizması vardır.
Oysa evrim teorisi, canlıların önceden belirlenmiş bir plan olmadan ve bilinçsiz bir seçme mekanizmasıyla oluştuğunu savunmaktadır. Yani Rennie’nin verdiği örnek, konuyla tamamen ilgisizdir.
Termodinamiğin İkinci Kanunu Hakkındaki Yanılgılar (Soru 9)
Evrimcilerin termodinamik konusundaki iddiaları klasik bir kaç yanılgıya ve yanıltmaya dayalıdır ve John Rennie de bunları tekrarlamıştır.
İlk yanılgı, “düzenli” (ordered) yapılar ile organize yapılar arasındaki farkın göz ardı edilmesidir. Rennie, mineral kristallerini ve kar tanelerini örnek vermekte, ve bunların “kompleks” yapısının doğal süreçlerle spontane olarak oluştuğunu belirtmektedir. Oysa bu yapılar “kompleks” değil, “organize”dir.
Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. Deniz kenarında dümdüz uzanan bir kumsal düşünün. Güçlü bir dalga kıyıya vurduğunda, bu kumsalda bazı büyüklü küçüklü kum tepecikleri, kumda dalgalanmalar oluşturur. Bu bir “düzenleme” işlemidir: Deniz kıyısı açık bir sistemdir ve içeri doğru enerji akışı (dalga) kumsalın başlangıçtaki tekdüze görünümünü basit şekillere sokabilir. Termodinamik anlamda burada eskiye göre bir düzen oluşturabilir. Fakat şunu belirtmek gerekir ki, aynı dalgalar deniz kıyısında kumdan bir kale yapamazlar. Eğer kumdan yapılmış bir kale görürsek, bunu birinin yaptığından eminizdir. Çünkü kale “organize” bir sistemdir. Yani belli bir tasarıma ve bilgi içeriğine (enformasyona) sahiptir. Bilinçli bir kimse tarafından planlı bir biçimde, her parçası düşünülerek yapılmıştır.
Amerikalı bilim adamları Thaxton, Bradley ve Olsen The Mystery of Life’s Origin (Canlılığın Kökeninin Sırrı) adlı kitaplarında, düzenli sistemler ile organize sistemler arasındaki farkı ve evrimcilerin bunu karıştırma yanılgısını şöyle açıklarlar:
.. Prigogine, Eigen ve diğerleri buna benzer bir ‘kendi kendine organize olma’nın organik kimyanın esası olabileceğini ileri sürerler ve bunun da canlı sistemler için gerekli olan son derece kompleks molekülleri açıklayabilme potansiyeline sahip olduğunu iddia ederler. Fakat bu paralellikler hayatın kökeni sorusuyla alakasızdır. Bunun ana nedeni, bunların düzen ve kompleksliği ayırt etmeyi başaramamalarıdır. (2)
John Rennie’nin açık sistemler hakkındaki iddiası da klasik bir evrimci yanılgıdır. Evet dışarıdan enerji alan açık sistemlerde entropi azalması olabilir, ama bu üstte belirttiğimiz gibi “düzenlilik” sağlayabilir, “organizasyon” sağlayamaz. Organizasyon sağlanması için, bu ham enerjiyi kullanılabilir hale getirecek özel mekanizmalar gerekir. Örneğin bir arabanın, benzindeki enerjiyi işe dönüştürmesi için motora, transmisyon sistemlerine ve bunları idare eden kontrol mekanizmalarına ihtiyaç vardır. Böyle bir enerji dönüştürücü sistem olmasa, arabanın benzindeki enerjiyi kullanabilmesi mümkün olmayacaktır.
Aynı durum canlılık için de geçerlidir. Canlılığın enerjisini Güneş’ten aldığı doğrudur. Fakat Güneş enerjisi, ancak canlılardaki inanılmaz komplekslikteki enerji dönüşüm sistemleri (örneğin bitkilerdeki fotosentez, insan ve hayvanlardaki sindirim sistemleri) sayesinde kimyasal enerjiye çevrilebilmektedir. Örneğin, midesi ve bağırsakları olmayan bir insan en kalorili gıdaları da yese bu gıdalardaki enerjiyi kullanamaz ve ölür. Bu tür enerji dönüşüm sistemleri olmasa hiçbir canlı varlığını devam ettiremez. Güneş’in de enerji dönüşüm sistemi olmayan bir canlı ya da cansız bir varlık için, yakıcı, bozucu ve parçalayıcı bir enerji kaynağı olmaktan başka bir anlamı yoktur.
Mutasyonlar (Soru 10)
Bu soruda John Rennie evrim teorisinin en temel sorunlarından birine cevap verirmiş gibi görünmeye çalışmaktadır. Sorun, mutasyonların canlıların genetik bilgisini hiç bir zaman artırmamalarıdır. Rennie, doğal olarak, bunun aksini iddia etmekte, mutasyonların genetik bilgi artışı (dolayısıyla evrim) sağlayabileceğini ileri sürmektedir. Bunun ciddiye alınabilmesi içinse elbette örnek gerekir. Ama, Rennie’nin verdiği örnekler geçerli değildir.
Rennie’nin ilk örneği bakterilerin antibiyotik direncidir. Bu konu evrimci literatürün en popüler örneklerinden biridir zaten. Ancak evrimciler bu konuda yanılmaktadırlar. Bakteriler antibiyotiklere kimi zaman mutasyonların etkisiyle direnç gösterebilmektedirler gerçekten; ama söz konusu mutasyonlar bu bakterilere yeni bir genetik bilgi sağlamamakta, aksine bunlarda yapısal dejenerasyona neden olmaktadır. İsralli biyofizikçi Dr. Lee Spetner’ın çok detaylı olarak açıkladığı streptomicin bağışıklığında olduğu gibi: Bazı bakterilerin streptomicine karşı bağışıklık kazanmaları, ribozomlarını etkileyen ve yapısal olarak bozan bir mutasyondan kaynaklanmaktadır. Bu mutasyon antibiyotik bağışıklığı konusunda bakteriye yarar sağlasa da, gerçekte ribozomun işlevini azaltan bir genetik bilgi kaybıdır. Spetner’ın belirttiği gibi, bu gibi mutasyonlar evrim teorisini ihtiyaç duyduğu mutasyonlar değildir. (Spetner, Not By Chance, 1997)
Rennie’nin mutasyonlar konusundaki ikinci örneğinin geçersizliği ise, zaten kendi satırlarından anlaşılmaktadır:
Örneğin meyve sineklerinde Antennapedia adı verilen mutasyon, bacakların normalde antenlerin bulunduğu yerden çıkmasına neden olmaktadır. Bu anormal organlar fonksiyonel değildirler ama varlıkları, bizlere genetik hataların, doğal seleksiyonun muhtemel kullanımlar için test edebileceği kompleks yapılar üretebileceklerini göstermektedir.
Bazı mutasyonların canlılar üzerinde büyük morfolojik değişiklikler oluştuğunu herkes bilmektedir ve bunun tek başına evrim teorisine kazandırdığı hiç bir şey yoktur. Soru şudur: Bu mutasyonların neden olduğu morfolojik değişiklikler canlılara yeni ve yararlı özellikler kazandırmakta mıdır? Hayır. Böyle bir örnek yoktur. Nitekim Rennie de bunu itiraf etmekte ve sözünü ettiği mutasyonun sineklere fonksiyonel olmayan (yani sakat) ve normalde antenlerin bulunması gereken yerden çıkan bacaklar verdiğini söylemektedir. Canlıları sakat bırakan bir sürecin onları evrimleştirdiğine nasıl inanılabilir? Ve John Rennie bunu nasıl olup da evrime delil olarak öne sürmektedir? Açıkçası bu sorulara cevap bulmak çok zordur.
Rennie’nin mutasyon konusundaki son paragrafında ise, nokta mutasyonlarının ötesinde yer alan daha büyük genetik değişimlerden söz edilmektedir. Ama sorun yine aynıdır: Bu gibi değişimlerin canlılarda genetik bilgi artışı sağladığı hiç bir zaman gözlemlenmemiştir. Zaten Rennie bu sefer örnek vermeye bile çalışmamıştır.
Globin konusunda yaptığı yorum ise, evrimci bir spekülasyonu aktarmaktan ibarettir. Söz konusu speküasyon, farklı canlıların karşılaştırmalı DNA analizlerinden yola çıkılarak, bunların globin yapıları arasında evrimsel bir bağ kurulmasıdır. Dikkat edilirse burada açık bir “kısır döngü mantığı” (circular reasoning) vardır: Karşılaştırmalı DNA analizlerinden yola çıkılarak kurulan evrimsel akrabalıklar, canlıların ortak bir atadan geldikleri varsayımına dayanmaktadır. Dolayısıyla zaten evrimin doğru olduğu varsayılarak kurulan bu teorik akrabalıkları evrime kanıt olarak göstermek, aynı iddiayı tersten ifade etmekten başka bir şey değildir.
Ara Formlar Sorunu (Soru 13)
John Rennie 13. soruda evrim teorisinin en büyük açmazlarından biri olan ara formların yokluğu konusunu ele almaya çalışmış, ancak diğer konularda olduğu gibi burada da tatminkar bir cevap verememiş, sadece bazı evrimci spekülasyonları aktarmıştır. İleri sürdüğü ara formlar durumu sırasıyla şöyledir:
Archaeopteryx: Rennie, tüm zamanların en büyük ara form adayı olan Archaeopteryx‘in sürüngenler ve kuşlar arasında ara form olduğunu, ancak “yaratılışçıların” bunu kabul etmeyerek bu canlı için “bazı sürüngensel özelliler taşılan soyu tükenmiş bir kuş” dediklerini yazmaktadır.
Oysa Archaeopteryx için bu yorumu yapanlar sadece “yaratılışçılar” değil, aynı zamanda konuyu detaylıca inceleyen dünyaca ünlü kuşbilimcileridir. Ornitolojinin en büyük isimlerinden biri olan Alan Feduccia, Archaeopteryx hakkında aynı görüştedir.
“Tüylü dinozorlar”, tıpkı yukarıdaki kopyası Archaeoraptor gibi aslında tüylü değildi.
|
Nitekim Archaeopteryx için öne sürülen ara form iddiasının geçersizliğini gösteren pek çok delil ortaya çıkmış durumdadır. Feduccia’nın belirttiği gibi “Archaeopteryx‘in çeşitli anatomik özelliklerini inceleyen yeni araştırmacıarın pek çoğu, bu canlının daha önce hayal edilenden çok daha kuş-benzeri olduğunu göstermiştir” ve “Archaeopteryx’in theropod dinozorlara olan benzerliği çok büyük ölçüde abartılmıştır.” (3) Archaeopteryx hakkındaki bir diğer sorun, pek çok evrimcinin bu canlının atası olarak kabul ettiği theropod dinozorların fosil kayıtlarından Archaeopteryx‘ten önce değil sonra ortaya çıkmalarıdır.
John Rennie’nin sözünü ettiği “tüylü dinozorlar” hikayesi ise, evrimcilerin spekülasyonlarından başka bir şey değildir. Son 10 yıl içinde “tüylü dinozor” olarak ileri sürülen fosillerin gerçekte hepsi tartışmalıdır. Detaylı incelemeler, “tüy” olarak gösterilen yapıların kolajen fiberleri olduğunu göstermiştir. (4) Bu spekülasyonlar, evrimci önyargılardan kaynaklanmaktadır. Feduccia’nın belirttiği gibi “pek çok dinozor, hiç bir kanıtı olmamasına rağmen, aerodinamik ve tam uyumlu tüylerle kaplı gibi gösterilmiştir” (5) (Söz konusu “tüylü dinozor”lardan birinin de, bir fosil sahtekarlığı olduğu ortaya çıkmıştır.)
Feducia konuyu şöyle özetler: “Sonuçta, çeşitli bölgelerden iyi korunmuş derilere sahip pek çok dinozor mumyası bilinmesine rağmen, şimdiye kadar hiç bir tüylü dinozor bulunmamıştır.” (6)
At Serileri: John Rennie’nin önemli bir evrim kanıtı olarak gösterdiği at serileri ise gerçekte kendisi adına önemli bir gaftır. Çünkü Eohippus‘tan günümüz atına (Equus) kadar uzandığı ileri sürülen sözde evrim sürecine dair oluşturulan at serileri, pek çok evrimci otorite tarafından da geçersizliği kabul edilmiş bir yanılgıdır. Örneğin Evrimci yazar Gordon R. Taylor, at serileri efsanesinin aslını şöyle anlatır:
“At serisi genellikle bu konuda çözüme kavuşturulmuş olan yegane örnek gibi gösterilir. Ama gerçek şudur ki, Eohippus’tan Equus’a kadar uzanan sıralama çok tutarsızdır. Bu sıralamanın, giderek artan bir vücut büyüklüğünü gösterdiği iddia edilir, ama aslında sıralamanın ileriki aşamalarına konan canlıların bazıları (sıralamanın en başında yer alan) Eohippus’tan daha büyük değil, daha küçüktürler. Farklı kaynaklardan gelen türlerin bir araya getirilip ikna edici bir görüntüye sahip olan bir sıralamada arka arkaya dizilmeleri mümkündür, ama tarihte gerçekten bu sıralama içinde birbirlerine izlediklerini gösteren hiçbir kanıt yoktur. (7)
Balinaların Kökeni: John Rennie, kanıtlanmış evrim örnekleri arasında balinaların evrimi senaryosunu da saymaktadır. Oysa bu da sadece ve sadece evrimci bir spekülasyondur. Bir kara memelisi olan Ambulocetus ile, bu canlının torunu olarak gösterilen Rodhocetus gibi eski balinalar arasında çok büyük morfolojik farklar bulunmaktadır. Konunun detayları, “A Whale Fantasy from National Geographic” isimli makalemizde incelenmiştir.
Molluskların Kökeni: Rennie’nin evrim örneği olarak sayıp geçtiği bu konu da gerçekte evrim teorisi için önemli bir sorundur. Mollusca filumunu oluşturan bu kabuklu canlılar, sekiz ayrı sınıfa ayrılırlar ve bunların hepsi diğer pek çok canlı filumu ve sınıfı gibi Kambriyen devirde aniden ortaya çıkmıştır. Fosil kayıtlarının ortaya koyduğu bu gerçek, evrim teorisi için büyük sorun oluşturur. Evrimin koyu bir savunucusu olan Britannica Ansiklopedisi bile “fosil kayıtları, molluskların nasıl ortaya çıktığına ve (molluskların) sekiz ayrı sınıfının Prekambriyen devirde nasıl farklılaştığına dair çok az ipucu vermektedir. Evrimsel soyağacı, büyük ölçüde karşılaştırmalı anatomiden ve gelişmeden çıkarsanmak zorundadır” (8) diyerek, molluskların evrimi lehinde hiç bir fosil kaydı bulunmadığını kabul etmektedir.
İnsanın Kökeni: John Rennie’nin bu konudaki iddiası, “20 veya daha fazla hominidin, Lucy ile modern insanın arasını doldurduğu”dur. Oysa gerçekte Austraolpithecus’tan insana (Homo sapiens‘e) doğru uzanan bir evrim çizgisi yoktur.
Bunun bir göstergesi, Australopithecus ile Homo sapiens arasındaki (Homo habilis, Homo rudolfensis, Homo erectus) kategorilerin son derece spekülatif ve tartışmalı oluşudur. Evrimci paleoantropologlar Bernard Wood ve Mark Collard, 1999’da Science’de yayınlanan makalelerinde, Homo habilis ve Homo rudolfensis kategorilerinin hayali olduğunu ve bu kategorilere dahil edilen fosillerin aslında Australopithecus genusuna transfer edilmesi gerektiğini savunmuşlardır. (9) University of Michigan’dan Milford Wolpoff ve University of Canberra’dan Alan Thorne ise, Homo erectus’un hayali bir kategori olduğu, bu sınıflamaya dahil edilen fosillerin aslında Homo sapiens‘in birer varyasyonu oldukları düşüncesindedirler. (10) Bunun anlamı şudur: Ortada soyu tükenmiş bir maymun cinsi olan Australopithecus ile, günümüz insanın ve onun farklı ırksal varyasyonlarını içine alan Homo sapiens türünden başka bir hominid yoktur. Yani, insanın evrimsel bir kökeni yoktur.
Austraolpithecus‘tan insana (Homo sapiens‘e) doğru uzanan bir evrim çizgisi iddiasını çürüten bir başka gerçek, bu çizgi üzerinde evrimsel bir sıralama izlediği öne sürülen kategorilerin gerçekte aynı dönemde yaşadıklarının ortaya çıkmasıdır. Bunu ortaya koyan en yeni kanıt, Science dergisinde yayınlanan ve Homo habilis, Homo ergaster ve Homo erectus kategorilerine dahil edilen fosillerin aynı dönemde yanyana yaşadığını gösteren bulgudur. Araştırmayı yöneten University of North Texas’tan Reid Ferring, bu buluşun anlamını şöyle açıklamaktadır: “Bu tamamen beklenmedik bir durumdur, çünkü şimdiye kadar hakim olan bilimsel görüşler habilis, ergaster ve erectus’u evrimsel bir sıralama içine yerleştirmişti”. (11)
Moleküler Biyoloji ve Evrim Ağacı: John Rennie, fosiller konusundaki iddialarının zayıflığını fark ettiğinden olacak, bu konunun sonunda bir de moleküler biyolojiye değinerek evrime buradan kanıt bulmaya çalışmaktadır. Rennie’nin iddiası genler hakkındadır ve “genlerin yapısı ve ürünleri türler arasında, onların evrimsel akrabalıklarına uygun şekilde dağılmaktadır” demektedir.
Evet, evrimcilerin moleküler biyolojiden bekledikleri budur—yani evrim teorisine göre yakın akraba olan canlıların moleküler olarak da birbirlerine çok yakın çıkmalarıdır. Ama veriler, bu beklentinin tam aksinedir. Son yıların moleküler bulguları, 150 yıllık evrim ağacı ile hiç uyuşmayan sonuçlar vermektedir.
Fransız biyologlar Hervé Philippe ve Patrick Forterre’nin 1999 tarihli bir makalelerinde yazdıklarına göre, “sekanslar (DNA dizilimleri) elde edildikçe, pek çok protein filogenisinin birbiri ile ve aynı zamanda rRNA ağacı ile çeliştiği ortaya çıkmıştır.” (12)
rRNA karşılaştırmalarının yanında, canlıların genlerindeki DNA şifreleri de karşılaştırılmış, ama yine evrim teorisinin öngördüğü “hayat ağacı” ile çok zıt sonuçlar ortaya çıkmıştır, Moleküler biyologlar James Lake, Ravi Jain ve Maria Rivera, 1999 yılındaki bir makalelerinde bunu şöyle açıklamaktadırlar:
Bilim adamları farklı organizmaların çeşitli genlerini analiz etmeye başladılar ve bunların birbirleri ile olan ilişkilerinin, rRNA analizine göre çıkarılmış olan evrimsel hayat ağacıyla çeliştiğini fark ettiler. (13)
Sonuçta, ne proteinler, ne rRNA ne de genler üzerinde yapılan karşılaştırmalar, evrim teorisinin varsayımlarını doğrulamamaktadır. Bu gerçek, 1999 yılında Science dergisinde yayınlanan “Is It Time to Uproot the Tree of Life?” başlıklı bir makalede de kabul edilmiştir. Elizabeth Pennisi imzalı makalede, Darwinist biyologların “evrim ağacını” aydınlatmak için yürüttükleri genetik analiz ve karşılaştırmaların tam aksi yönde sonuç verdiği belirtilmiş, “yeni verilerin evrimsel tabloyu kararttığı” ifade edilmiştir. (14)
Kısacası, canlılar arasındaki moleküler karşılaştırmalar, John Rennie’nin iddiasının aksine, evrim teorisinin aleyhinde sonuçlar vermektedir.
Gözün Kökeni ve Darwin’den Bu Yana Evrimleşemeyen Evrim Teorisi (Soru 14)
John Rennie soru 14’te indirgenemez kompleksliklik konusuna girmekte ve evrimciler için her zaman büyük bir sorun olmuş olan gözün kökeninden söz etmektedir. Rennie’nin bu konuda yaptığı açıklama ise, Darwin’in 150 yıl önce öne sürdüğü bir spekülasyonun tekrarından başka bir şey değildir: Doğada zayıf bir görme yeteneğine sahip “ilkel” gözler bulunduğu ve daha kompleks gözlerin bunlardan evrimleşmiş olabileceği iddiası.
Oysa Darwin’den bu yana, sözkonusu iddiayı çürüten açık delliler ortaya çıkmıştır.
Evrimciler hala, doğanın kompleksliği ile ilgili Darwin’in ilkel iddialarına dayanıyorlar.
|
1) Doğa tarihi, yeryüzünde tespit edilen ilk göz yapısının hiç de ilkel değil, aksine olağanüstü derecede kompleks olduğunu göstermektedir. Sözkonusu göz yapısı, trilobitlerin sahip olduğu çift-mercek sistemli petek gözlerdir. Trilobitler konusunda uzman olan Levi-Setti “trilobit gözündeki iki lensin arasındaki kırılma arayüzeyinin, 17. yüzyılda Descartes ve Huygens tarafından yapılan optik konstrüksiyonlara benzer bir şekilde tasarlandığını” söyler. (15) “Optik tasarım harikası” olarak tanımlanan bu gözlerin en çarpıcı özelliği ise, arkalarında daha ilkel bir form bulunmaması, aniden ortaya çıkmalarıdır.
2) Darwin’in “ilkel göz” dediği ışığa duyarlı hücreler bile, kendi içlerinde olağanüstü kompleks bir sisteme sahiptir. En “ilkel” göz bile, ışığa duyarlı bir hücreye, bu hücrenin içindeki olağanüstü kompleks biyokimyasal mekanizmalara (16), bu hücreyi beyne bağlayacak sinirlere ve beyinde bunları yorumlayacak bir görme merkezine muhtaç olan indirgenemez kompleks bir sistemdir.
Aşama aşama gelişemez. Dolayısıyla evrim teorisi en “ilkel” gözün bile kökenini açıklamamaktadır ki, bundan yola çıkarak daha kompleks gözleri açıklamaya çalışmasının bir anlamı olsun.
Rennie, “bilinçli tasarım savunucularının, öncüllerinden çok daha sofistike olduklarını” yazmıştır.
Ancak kendi adına üzücü olan bir durum, evrim teorisinin savuncularının hala Darwin’in 150 yıl önceki geçersiz tezlerini savunmalarıdır. Gözün kökeni hakkında hala “ilkel gözlerden evrimleşme” senaryosunu öne sürmeleri, evrim teorisinin 150 yıldır evrimleşemediğini göstermektedir.
İndirgenemez Komplekslik Karşısındaki Çaresizlik (Soru 15)
John Rennie yazısının en son başlığı altında ise Michael J. Behe ve William Dembski gibi bilinçli tasarım savuncuları tarafından ortaya konan kanıtları eleştirmeye çalışmıştır. John Rennie’nin bu konuda yaptığı ilk şey, Michael Behe’yi eleştiren Kenneth R. Miller ve Russell F. Doolittle evrimcilerin itizarlarını aktarmaktır. Oysa Dr. Behe bu itirazları son derece kapsamlı bir şekilde yanıtlamış ve çürütmüştür. (Bkz. Behe’nin yanıtları)
Rennie’nin indirgenemez komplekslik karşısındaki çaresizliğini gösteren asıl paragraf ise şudur:
Kilit nokta şudur ki, Behe’nin itiş dışında bir fonksiyonu taşımadıklarını öne sürdüğü flagellumun parçaları, evrimlerine yardımcı olmuş olabilecek başka fonksiyonlara da hizmet edebilirler. Dolayısıyla flagellumun son evrimi, başka amaçlar için evrimleşmiş sofistike parçaların yeni bir rekombinasyonu ile sağlanmış olabilir.
Kısacası Rennie, flagellumun “başka amaçlar için evrimleşmiş parçaların birleşmesiyle” meydana gelmiş olabileceğini söylemektedir. Ama zaten sorun budur: O “başka amaçlar” nedir? Flagellumu oluşturan moleküler parçalar hangi amaçlar için ortaya çıkmış olabilir? Bu konu aşama aşama ortaya konmadıktan sonra, “bilemediğimiz başka aşamalar olmuş olabilir” demek, sadece Darwinist dogmayı tekrar etmek anlamına gelir.
Rennie’nin flagelluma kısmen benzeyen Yersinia pestis organelini veya daha basit yapıdaki flagellumları flagellumun evrim aşamaları olarak göstermesi ise anlamsızdır. Bu, bir jet uçağının sözde “evrimsel” kökenini açıklamak için, bir arabayı veya bir planörü örnek göstermek gibidir.
Arada benzerlikler olabilir, ama bu durum sözkonusu araçların rastlantılar sonucunda birbirlerinden evrimleştiklerini göstermez. Her biri ayrı ayrı tasarlanmış yapılardır.
Rennie’nin Dembski’nin tezine karşı getirdiği itiraz da, Santa Fe enstitüsünün çalışmalarına atıfta bulunmaktan ibarettir. Oysa söz konusu enstitüdeki teorik çalışmalar da, aynen Ilya Prigogine gibi öncülleri gibi, “öz-örgütlenme” kavramını materyalist bir inanç olmaktan ileri taşıyamamaktadır. (Öz-örgütlenme senaryolarının geçersizliği, Demski’nin 2002 basımı No Free Lunch: Why Specified Complexity Cannot Be Purchased Without Intelligence adlı kitabında detaylı olarak açıklanmaktadır.) Bu arada Santa Fe enstitüsündeki evrimcilerin John Rennie’ye kıyasla daha sağduyulu olduklarını belirtmek gerekir. Rennie bilinçli tasarım kavramını bilim dışı bir tez olarak göstermeye çalışırken, Santa Fe Enstitüsü’nün önde gelen bilim adamlarından biri olan Stuart “bilinçli tasarımın entellektüel ve bilimsel yönden geçerli bir yaklaşım olduğunu kabul etmiştir.” (17)
Rennie’nin Materyalizme Olan Dogmatik İnancı
Bilinçli tasarım konusundaki itirazlarının ardından sonuçta Rennie ister istemez doğadaki kompleksliğin evrim mekanizmaları ile açıklanamadığını kabul etmekte, çözüm olarak da geleceğe randevu vermeyi seçmektedir:
Dolayısıyla organizmalarda görünen bazı komplekslikler henüz anlamadığımız doğal olgular sayesinde ortaya çıkmış olabilir. Ama bu, bunların doğal olarak ortaya çıkmış olamayacağını söylemekten çok farklıdır.
Rennie’nin mantığında tam bir dogmatizm okunmaktadır: Eğer doğadaki biyolojik olguları evrim mekanizmalarıyla açıklayabileceğini düşünüyorsa, bu durumda bu mekanizmaları belirtmektedir. Eğer biyolojik olguları açıklayabileceği bir mekanizma bulamıyorsa, bu kez de “henüz anlaşılamamış” mekanizmaların varlığını ileri sürmektedir. Ancak eğer bu mekanizmalar anlaşılamamış ise, Rennie bunların varlığından nasıl emin olabilmektedir? Bu mekanizmaların varlığına inanmakla, basit metalleri altına çevirecek bir “simya mekanizması”na inanmak arasında ne fark vardır?
Ve dolayısıyla, evrime inanmakla simyaya inanmak arasında ne fark vardır?
Bütün bu sorular, bizlere Rennie’nin ve diğer koyu Darwinistlerin, evrim teorisini sadece materyalizme olan dogmatik inançları nedeniyle savunduklarını göstermektedir. Darwin bile daha önyargısız davranmış ve “eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır” (18) demiştir. John Rennie ve diğer çağdaş Darwinistler ise, Darwin’in tarif ettiği gibi indirgenemez kompleks organlar kendilerine gösterildiğinde, teorinin çöktüğünü kabul etmek yerine, geleceğe randevu vermeyi yeğlemektedirler.
Rennie’nin yazısı incelendiğinde, tüm bu dogmatizmin altında yatan daha da temel bir düşünce ortaya çıkmaktadır. Aşağıdaki satırlar, bu konuda oldukça aydınlatıcıdır:
Bilim, doğal seleksiyonun ötesinde de bazı güçlerin evrimde rol oynama olasılığını kabul eder. Ama bu güçler doğal olmalıdır; varlıkları bilimsel kavramlarla kanıtlanmamış olan gizemli yaratıcı zihinlere atfedilemezler.
Buradaki ilk cümlede, dikkat edilirse, Rennie varlığı kesin olarak kanıtlanmamış bazı güçlerin evrime katkı sağlayabileceğini belirtmektedir.
Ama ikinci cümlede bir şart koşmaktadır: Bu güçler, doğal kuvvetler olmalıdır, bilinçli bir Yaratıcı’nın varlığı reddedilmelidir. Bu şartın nedeninin de sözkonusu bilinçli Yaratıcı’nın varlığının bilimsel olarak “kanıtlanmamış” olması olduğunu yazmaktadır. Oysa Rennie bir önceki cümlede kanıtlanmamış güçlere ihtimal vermektedir. Yazısının diğer kısımlarında da, yukarıda incelediğimiz gibi, henüz bulunamamış ama gelecekte bulunmasını umut ettiği evrim mekanizmalarından söz etmektedir. Demek ki Rennie’nin sorunu, bilinçli bir tasarımın varlığının kanıtlanmış olup-olmaması değil, bu tasarımın varlığının inandığı materyalist felsefeye aykırı olmasıdır.
Kuşkusuz Rennie’nin istediği gibi inanma özgürlüğü vardır. Bazı insanlar materyalist felseye inanır, bazıları yıldız falına, bazıları simyaya…
Sorun, Rennie ve benzeri materyalistlerin, inandıkları bu dogmayı bilimin bizzat kendisi gibi göstermeye çalışmalarıdır. İki yüzyıllık büyük bir aldanıştır bu. Ama artık son günlerini yaşamaktadır.
Sonuç
Aslında Scientific American editörü John Renie’yi bu yazıdan dolayı kutlamak gerekir. Kendisi; yaratılışın delillerine karşı hiç bir gerçek cevap verememekle; bu sıkıntı içinde pek çok önemli delili tamamen gözardı etmekle; dogmatik insanlara has bir fanatizm ve öfke sergilemekle; Darwinizm’in içinde bulunduğu çöküş sürecini belgelemiştir.
Lamarckizm’in çökmesinde, Mendel gibi büyük bilimadamlarının başarılarının yanında, Lysenko gibi koyu Lamarksisterin fiyaskoları da rol oynamıştır. Darwinizm’in çökmesinde ise, günümüzde bilinçli tasarım teorisini savunan bilimadamlarının başarılı çalışmalarının yanında, koyu Darwinistlerin mantıksal ve bilimsel hezimetleri de rol oynayacaktır.
Bu tartışmaları bir kaç on yıl sonra okuyacak olanlar ise, bu gerçeği çok daha açık görecekler ve bilimle içiçe olan pek çok insanın Darwinizm gibi bir efsaneye nasıl olup da aldandıklarına hayret edeceklerdir.
NOTLAR:
1 Henry Gee, In Search of Deep Time, New York, The Free Press, 1999, s. 116-117
2 C.B. Thaxton, W.L. Bradley, ve R.L. Olsen, The Mystery of Life’s Origin: Reassessing Current Theories, Philosophical Library, New York, 1984, s. 119
3 Alan Feduccia, The Origin and Evolution of Birds, Yale University Press, 1999, p. 81
4 Ann Gibbons, “Plucking the Feathered Dinosaur”, Science, volume 278, Number 5341 Issue of 14 Nov 1997, pp. 1229 – 1230
5 Alan Feduccia, The Origin and Evolution of Birds, Yale University Press, 1999, p. 130
6 Alan Feduccia, The Origin and Evolution of Birds, Yale University Press, 1999, p. 132
7 Gordon Rattray Taylor, The Great Evolution Mystery, Abacus, Sphere Books, London, 1984, p. 230.
8 “Mollusk”, Evolution and Paleontology, Encyclopedia Britannica, 2002
9 Bernard Wood, Mark Collard, “The Human Genus”, Science, vol. 284, No 5411, 2 April 1999, pp. 65-71
10 Pat Shipman, “Doubting Dmanisi”, American Scientist, November- December 2000, p. 491
11 “Fossil Discovery Upsets Theories On Human Origins”, Associated Press, http://www.msnbc.com/news/776334.asp?cp1=1
12 Hervé Philippe and Patrick Forterre, “The Rooting of the Universal Tree of Life is Not Reliable”, Journal of Molecular Evolution, vol 49, 1999, p. 510
13 James Lake, Ravi Jain ve Maria Rivera, “Mix and Match in the Tree of Life”, Science, vol. 283, 1999, p. 2027
14 Carl Woese, “The Universel Ancestor”, Proceedings of the National Academy of Sciences, USA, 95, (1998) p. 6854
15 Levi-Setti, R. Trilobites. 1993. (University of Chicago Press, Chicago). p.54.
16 Bu mekanizmaların olağanüstü kompleks yapısı, Michael Behe’nin Darwin’s Black Box adlı eserinde açıklanmaktadır. Behe’nin belirttiği gibi, sadece retina hücresindeki kimyasal yapı dahi, Darwin’i çürütmek için yeterlidir.
17 “Dembski and Kauffman Square Off in New Mexico”, Philip Johnson’s Weekly Wedge Update, November 19, 2001; www.arn.org
18 Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, p. 189.
John Renie’nin Darwinizm’i savunmaya çalışırken öne sürdüğü bir diğer açıklama, evrim teorisinin bilim dünyasında yaygın bir kabul gördüğü yönündedir.
http://harunyahya.org/tr/Makaleler/3134/Scientific-Americanin-15-yanilgisi
Post Views:
419